Oscar sunucularına şaşırmak ya da şaşırmamak


Oscar takviminin kutsal ayları tıkır tıkır işlemeye başladı bile. Aralık ‘Neden seçilen sunucu(lar) yanlış?’ ayı. Ocak ‘Kimler aday olacak?’, Şubat ‘Oscar yarışında kimlerin hiç şansı yok?’ ayları. Bir de Oscar sonrası var. Mart da, ‘Kimin hakkı yendi?’ ayı.

Şubat sonunda gerçekleşecek 83. Oscar töreninin sunucuları bu hafta açıklandı: James Franco ve Anne Hathaway. Açıklanır açıklanmaz da, tüm dünyadaki sinema ve ödül düşkünleri kolektif olarak şoka girip, ilk tepki olarak ‘Ne alaka şimdi bu ikisi?’ dedik.


Peki neden bu kadar şaşırdık? Ve her sene neden aynı heyecanla sunucular konusunda şaşırmaya devam ediyoruz? Basit bir nedeni var aslında. Oscar yapımcılarının, töreni düzenleyenlerin sunucu(lar) konusunda istikrarlı bir yaklaşımları, törenin tarzına uygun belirli bir sunucu prototipi yok. Daha ileri gidip, Oscar töreninin belirli bir tarzı olmadığını bile söyleyebiliriz. Bu da, daha önce Oscar sunmamış biri olduğu sürece herhangi bir ismin sürpriz olacağı anlamına geliyor.

Yazının devamı !f Blog'da

Undercovers: J.J. Abrams'tan geçmişe özlem

J.J. Abrams, 'Lost'tan önceki romantik casus fantezilerine geri dönüyor. Bloom çiftinin evliliklerini biraz casuslukla renklendirdiği yeni dizi 'Undercovers,' 'Tehlike Çemberi'nin 30 yıl önce yakaladığı elektriğin yanına yaklaşamıyor

Nikah masasında terk edilen gelinler (Grey’s Anatomy), tüm ülkenin gözü önünde yaşanan kaçamaklar (The Good Wife), her sene sayısı çoğalan evlilik dışı çocuklarla (Brothers & Sisters) Amerikan televizyonunun uzun süredir evlilik kurumuna güvenini kaybettiği ortada. Bu akşam ilk bölümünü izleyeceğimiz Undercovers, evliliğe biraz heyecan getirmek için 1980’lerde test edilip onaylanan bir formülü ekranlara taşıyor. Ev işleri ve yatak sohbetleri arasında birazcık da dedektiflik yaparak hayatlarını renklendiren, Tehlike Çemberi’nin (Hart To Hart) Hart çiftini 40 yıl sonra günümüze uyarlıyor. Undercovers’ın karı-kocası Steven ve Samantha Bloom, evlere yemek servisi yaptıkları işlerinden ara sıra uzaklaşıp, sofistike casuslara dönüşüyorlar.


J.J. Abrams eskiye dönüyor

Lost
’un sona ermesinden sonra yazar, yönetmen ve yaratıcı ekibin neler yaptığı, hangi diziler üzerinde çalıştığı bir süredir internette dolaşıyor. Issız bir adaya düşen uçak kazazedelerinin hikâyesini beyinlerimizi sulandıran karmakarışık bir deneyime dönüştüren asıl isim ise J.J. Abrams. Lost’un tohumlarını atıp aradan çekildikten sonra, hızını alamayıp paranormal fantezilerini bir başka diziye, Fringe’e bocalayan Abrams yeni dizisiyle eski romantik casusluk günlerine dönüyor.

Fairy tales come easy for director Irmak

Director Çağan Irmak shows once again that he might just be the most original filmmaker of his generation. His latest feature, ‘Prensesin Uykusu’ (The Sleeping Princess), centers on Irmak’s trademark lonely man and a little girl in coma. Reality and imagination run rampant to heart-warming effect


Çağan Irmak might just be the epitome of the ideal filmmaker. The prolific Turkish director knows how to tell a good story. And he loves telling those stories. He takes risks, he is highly imaginative and he never repeats himself. Each of his features is different than the previous. This might hinder his chances of being an auteur, but it definitely makes him one of the best Turkish filmmakers of our age.

You will most likely hear his latest feature, Prensesin Uykusu (The Sleeping Princess) labeled as “a modern fairy tale.” Any new film, book or work of art with some edge can very well be called a modern fairy tale. What Irmak skillfully manages to do is let his imagination loose while being simultaneously realistic and over-the-top along the way.


Somewhere along his career, Irmak has become the voice of the fallen modern man. Prensesin Uykusu introduces yet another lonely man as the film’s protagonist. One of the most optimistic, most hopeful characters to come to screen, Çağlar Çorumlu’s Aziz lights up the screen from the very first scenes. Riding on a bus every day to go from his apartment to the library he’s working in, he sometimes makes the people around him apprehensive with the big smile plastered over his face.

Harry Potter and the growing pains

The first part of Harry Potter’s epic finale arrives in movie theaters. ‘Harry Potter and the Deathly Hallows – Part 1’ is both a somber acknowledgment of the coming-of-age of our hero and his friends, and the anxious anticipation of the showdown between Harry Potter and Lord Voldemort next year

It doesn’t seem that long ago when Professor Dumbledore had warned Harry Potter and his devoted audience of the impending doom: “Dark and difficult times lie ahead of us.” Dark and difficult times are finally here. And the end is near, but not quite here.

The adaptation of the final book in the Harry Potter series, Harry Potter and the Deathly Hallows, hit the theaters around the globe last week. As to why the end is not here, the conspicuous Part 1 attached to the movie title might answer it. In a probable attempt to milk the final drops of the cash cow that is the Harry Potter franchise, Warner Bros. decided to split the epic finale into two movies.


For fans, this works just fine. Warner Bros. might just have given us 14 movies from the very beginning. For those who have been following Harry Potter not from the best-selling books by J.K. Rowling but from the movies, it seems splitting the final book into movies works just as well. Now in his third Harry Potter film, director David Yates manages to treat the first half of the book as a complete and coherent story of its own.

Film karakterlerinin isimlerinden öğrendiğim bir şeyler var


İsimlerimizin kızılderililerinkiler gibi derin anlamları olması hoş bir şey. Mesela Emrah, “saz çalıp oynayan” demekmiş. Pelin de, dünyanın en zehir içkisi absentin yapıldığı otun adı. Hazırladığı dehşet kokteyllerle erkeği göbek attırmaya çalışan kadının hikayesini anlatan bir kısa film çeksek, isimler hazır yani.

Türk sinemasında da çoğu zaman isimler aynen böyle seçiliyor. Şu anda gösterimdeki iki popüler film New York’ta 5 Minare ve Prensesin Uykusu’ndaki karakterlerin isimleri durumu gayet güzel özetliyor.

Mahsun Kırmızıgül ve Mustafa Sandal, Amerikan ekolünden iki zıt karakterdeki polisi oynuyorlar. Birisi Doğulu Kürt, diğeri şehirli aydın. İsimler: Fırat Baran ve Acar Aydın. Fırat Baran’la hele bir taşla iki kuş vuruluyor, hem etnik hem coğrafik kökeni şıp diye anlıyoruz.

Yazının devamı !f Blog'da

Michelle Williams neden Marilyn olamaz?


Hollywood, dönem dönem kapağını hafifçe aralayıp, sonra yeniden kapadığı Marilyn kutusunu bu sefer sonuna kadar açmış gibi. İki Marilyn Monroe filmi şu anda yapım aşamasında. Amerikalı yazar Joyce Carol Oates’un biyografi soslu romanı Blonde’ın uyarlaması ve Marilyn’in 1957 yılında, The Prince and the Showgirl filminin çekimleri için gittiği İngiltere’deki bir haftasını anlatan My Week with Marilyn.

İlk filmde Marilyn’i Naomi Watts, ikincisinde de Brokeback Mountain’daki rolüyle Oscar’a aday gösterilen Michelle Williams canlandırıyor. Watts’ın iyi bir Marilyn olacağını görmek için herhangi bir filmini ya da yalnızca Mulholland Drive’ı izlemek yeter gibi geliyor.


Peki ya Michelle Williams? Kısaca, ölümcül derecede yanlış bir seçim. İyi bir oyuncu olan Williams, oynadığı her karakteri bir şekilde yaralı, hüzünlü birine dönüştürmeyi başarıyor. Kendisini ilk gördüğümüz Dawson’s Creek’de bile umursamaz ergen tiplemesini bir türlü anlaşılamayan yaralı kadına dönüştürmüş, sonunda da kanser olmuştu.


Marilyn’i canlandıracak oyuncu büyük bir paketle başa çıkmak zorunda. Bu paketin içinde taze ve saf güzel, usta komedyen, seks bombası ve intihar eğilimli bir kadın var. Williams’ın bir türlü aşamadığı tutukluğunu bu sefer atabildiğini varsaysak da, hayvansı bir seksapeli hangi teknikle oynayacak merak ediyoruz. Ne kadar başarılı olabileceğini görmek için yakın zamanda verdiği Marilyn pozuna bakmak yeterli. Harika bir makyajla Marilyn’e benzetilmiş, boş boş kameraya bakan bir Michelle Williams.

Five minarets, a few too many messages

Once a king of arabesque, Mahsun Kırmızıgül is now continuing to flaunt his new persona as an accomplished filmmaker with his third feature. ‘New York’ta 5 Minare’ (Five Minarets in New York), written, directed and starring Kırmızıgül, tackles paranoia toward Islam with impressive cinematography and action scenes, but misses with a lack of subtlety


It’s déjà vu all over for Turkish moviegoers, critics and a substantial portion of the Turkish media. Once one of the most popular names of exploitative arabesque music, Mahsun Kırmızıgül is continuing his new quest to position himself as a revered filmmaker despite being given the cold shoulder by the Turkish cinema establishment.

Kırmızıgül’s third feature New York’ta 5 Minare (Five Minarets in New York), which was controversial both with its subject matter and the debate it generated in the media, hit the ground running with impressive opening box office numbers.

The film, written, directed and starring Kırmızıgül, hopes to hit the right target with its subject of global Islamic paranoia and abundant messages of peace, understanding and tolerance.

Köpek sahiplerine fısıldayan adam

Kendini ‘köpek psikoloğu’ olarak tanımlayan Cesar Millan, realite dizisi ‘Dog Whisperer’da arızalı köpekleri rehabilite ediyor, sahiplerine de sıkı bir eğitim veriyor


Köpek olduğunu bir türlü kabul etmeyen Snoopy ‘Köpeklere fısıldayan adam’ Cesar Millan’la tanışmış olsaydı, dünyanın en sıkıcı çizgi karakterlerinden birine dönüşebilirdi. Realite dizisi Dog Whisperer’a konuk olan sorunlu köpekleri rehabilite etmek için Amerika’yı köşe bucak dolaşan Millan’a göre en büyük sorun köpeklerin köpekliklerinden uzaklaştırılması.

Amerika’da yedi sezondur devam eden Dog Whisperer, bir süredir burada da kulaktan kulağa kendi sadık izleyici sayısını çoğaltarak, köpek sahiplerine sohbet konusu yaratmış durumda. Belki de köpek sahiplerinden çok, komşularının ilgi göstermesi gereken bir dizi Dog Whisperer. Köpeklerinin sorununun çözülmesi için son çare Millan’a baş vuran kişilerin bir çoğu komşularıyla kavgalı, hatta bir kısmı mahkemelik.

Cumartesilerin aykırı kadınları. Peki hangisi daha aykırı?

Uyuşturucu baronesi ev kadını, ilaç bağımlısı dengesiz hemşire ve kanser olduğunu öğrenince ayarı şaşan lise öğretmeni. Televizyonun üç aykırı kadını üç ayrı dizide, Cumartesi akşamları Comedymax’de


Amerikan kablo kanalı Showtime’ın misyonu televizyona olabildiğince aykırı kadın karakter sunmak gibi gözüküyor. Weeds’in Nancy Botwin’ini altı yıl önce konu komşuya esrar sataren tanıdık. Geçen sene başlayan Nurse Jackie’nin bir yandan ürkütücü, bir yandan etkileyici hemşiresi Jackie’nin bunca numara arasında başının nasıl belaya girmediğine hayret ettik. Yeni başlayan The Big C’nin Cathy’si ise, yeni öğrendiği kanseriyle başa çıkmak için anarşizm yolunda ilerliyor. Bu üç dizi arka arkaya cumartesileri Comedymax’de.

Hot in Cleveland: Altın Kızlar 2.0

Rose köyüne dönüp, yeni arkadaşlar edinirse

Köyünü özlemekten hiç bir zaman vaz geçmeyen ‘Altın Kız’ Rose, dilini sivriltiyor, taşraya taşınıyor ve kendine üç yeni şehirli arkadaş seçerek, mutfak masasındaki sohbetlerini 20 yıl sonra yeniden yaratıyor. Altın Kızlar’da Rose’u canlandıran Betty White, dört kadın arkadaşı ekranlara taşıyan en son dizi Hot in Cleveland’da benzer bir dünyaya geri dönüyor.

Los Angeles’da yaşayan üç arkadaşın, kadın kadına yapacakları Paris tatili uçaklarının bozulmasıyla yarım kalıyor. Kadınlar kendilerini varlığını çoktan unuttukları taşrada, Cleveland’da buluyorlar. Yeni boşanmış yazar Melanie (Valerie Bertinelli), ‘Hollywood’un kaş kraliçesi’ güzellik uzmanı Joy (‘Frasier’in Daphne’si Jane Leeves) ve Hollywood’da artık müzelik kabul edilen eski pembe dizi oyuncusu Tori (Wendie Malick) bu unuttukları dünyanın güzelliklerini bir kez daha hatırlıyorlar: yağlı yemekler ve yaşıtlarıyla flört etmeye çekinmeyen erkeksi erkekler.


Kadınlar Los Angeles’daki hayatlarını bırakıp, buraya yerleşmeye karar veriyorlar. Dizinin 4. kadın kontenjanını ise, White’ın oynadığı çatlak ev sahibi Elka dolduruyor. Hot in Cleveland, bildik sitcom yapısına ve alıştığımız tempodaki esprilere ilginç ve sıcak karakterlerle taze bir hava getiriyor.

30 Ekim 2010'da Radikal'de yayımlandı.

TV'de 'Altın Kız' formülü

Carrie’nin karmaşık şehir hayatı ve daha da karmaşık çiftleşme oyunlarıyla başa çıkabilmek için kurduğu alternatif aile modelini Blanche, evine ve hayatına aldığı üç kadınla 25 yıl önce ekranlara getirmişti. ‘Altın Kızlar’dan ‘Sex and the City’ye TV’de kadın arkadaşlığı


Time dergisi 1998 yılında feminizmin can çekiştiğini savunuyor ve o sayısının kapağına konu mankeni olarak da Ally McBeal’i taşıyor. İki yıl sonra, bir kez daha feminizmin gidişatını kapak konusu yapan Time, bir kez daha bir TV dizisinden ilham alıyor. “Kimin kocaya ihtiyacı var?” başlığının altına pop kültürü yeni fethetmeye başlayan dört kadının fotoğrafını uygun görüyor: Carrie, Samantha, Charlotte ve Miranda.

Yönünü şaşırmış beyazperde maceralarıyla eski günlerini aratan Sex and the City kadınları, 1990’ların sonunda bir yandan fazlasıyla tanıdık, diğer yandan hiç alışılmadık bir pop kültür olayı olarak hayatımıza düşüyorlar.


Sex and the City
’ye ilk başlarda uçlarda tepki vermemek mümkün değil. TV izleyicileri, TV eleştirmenleri, kadınlar, erkekler, feministler, herkes ikiye bölünüyor. Kimisi mesajı doğru bulmuyor, kimisi mesaj olmadığını savunuyor, mesajı takmayanlar da kadınların penis boyu ve erken boşalma sohbetlerini hafif bir gülümsemeyle izliyor.

Yeni sezon geldi, hangi diziye başlayalım?

Amerika’da görücüye çıkan yeni dizilerin kimi televizyon mezarlığına yolculuklarına, kimi de sonraki sezonları garantileyen sadık izleyicilere sahip olmaya başladı bile. Uzaylılardan süper aileye, mafyanın doğuşundan en karizmatik kanser hastasına, televizyon hayatlarına sıkı başlayan Amerikan dizilerine bakalım


Lost’un yerine koyabileceğimiz bir dizi gelecek mi? Modern Family gibi anında içine çekildiğimiz yeni bir komedi var mı bu sezon? Martin Scorsese’nin dizisi geliyormuş, doğru mu? Amerika’da yeni televizyon sezonu demek, çiçeği burnunda dizilerin aylar öncesinden kendilerini tanıtmaya başlamaları, izleyicinin çoktan listesini hazırlamış olması demek. Burada ise durum biraz daha farklı. Yeni dizileri el yordamıyla keşfetmemiz gerekiyor. Bu sezon Amerika’da başlayan, kimi birkaç bölüm oynamış, kimi sezon sonuna yaklaşan, izleyiciyi giderek içine çeken beş diziye göz atalım.

Mahpeyker: Turkish biopic brings nothing new to Ottoman queen mother

Billed as a fresh take on one of the most famous and powerful women in Ottoman imperial history, ‘Mahpeyker’ hopes to provide a multidimensional portrait of Kösem Sultan, but in the end it simply reinforces her image as the power-crazy queen mother. Sadly, Tarkan Özel’s film fails to depict how a naïve young girl became the empire’s leading power


Director Tarkan Özel’s debut feature, Mahpeyker, is an ambitious biopic of Kösem Sultan, the woman who left her mark on the Ottoman Empire for half-a-century and was a true force of nature in the first half of the 17th century.

Sadly, by the time Selda Alkor, the actress playing Kösem Sultan, utters in her regal voice the strongwoman’s immortal words, “I have chosen to let my poison out into the palace, and give my milk to my people,” you have already lost interest in the story.

Mahpeyker means “moon-shaped” – it was the name given to her at age 15 when she was captured and brought to Istanbul, to the harem of Sultan Ahmed I. Four centuries ago, comparing someone’s face to the full moon was not an implication that one was calling her chubby but a compliment emphasizing her beauty. The more popular, well-known name Kösem was given to her later by Ahmed.

As the older Kösem Sultan reminisces about her first days in the palace, how she was manipulated and shoved around by the older women in power, the story alternates to the later years of her reign and power.

Eclipse: Tutuk vampirler destanı

Televizyonu mezarlığa dönüştüren onlarca vampirin arasında, çağımızın en sıkıcı vamprileri bir kez daha beyazperdeden genç kızlar ve annelerine göz kırpıyorlar. ‘Twilight’ serisinin ikinci film ‘New Moon’la hemen hemen aynı öyküye sahip ‘Eclipse’de karakterler büyüyor ama malesef daha sığ ve daha sıkıcı karakterlere dönüşüyorlar


Kafası karışık ergen kızlar, ergen kızların anneleri, ergen kız annesi olacak yaşı çoktan geçmiş bekar kadınlar, romantik aşkın kaybolmasına iç geçirenler, cinsiyet rollerinin karmaşıklığına kafa yoranlar, doğaüstünün iyi bir metafor olduğuna yürekten inananlar. Birazcık sinemaya giden, televizyon dizilerini takip eden, popüler kültürle haşı neşir herkese, her keseye uygun bir vampir bulmak mümkün bu aralar.

Günbatımına yeni uyanmış, biraz kanlı biraz çapaklı gözleriyle, kendilerine hayran ölümlülere iştahla bakan vampirleri bir süredir her dört televizyon dizisinden birisinde görmek mümkün. True Blood’ın şehvetli, The Vampire Diaries’in ergenlerin arasına kamufle olmaya çalışan ve de yeni dizi The Gates’in ev kadını vampirlerinin arasından bu hafta sıyrılan tanıdık başka bir vampir var karşımızda: Edward Cullen.


Gökyüzünün farklı hallerinden her sene biraz daha fazla para pompalayan Twilight serisinin, ikinci filmi New Moon'dan sonra Eclipse de bu hafta sinemalarda. Yaşıtları arasında kendine yer bulamayan, kafası karışık bir genç kızın, Atatürk Samsun’a çıkmaya hazırlanırken vampire dönüştürülen genç görünümlü bilge bir adama tutulmasından çok ay tutulmasından ismini alan üçüncü filmin, bir önceki filmden farkını anlamak pek kolay değil aslında.

One Shot! Futbolda habercilikten ötesi


Belçika’da 11 Temmuz’a kadar futbol hayranlarıyla buluşacak One Shot! sergisi, futbolun günümüzle karmaşık ilişkisine 50’den fazla eserle bakıyor. Serginin iki önemli eseri George Best ve Zinedine Zidane’ın video portreleri


Futbolun çağımızla karmaşık ilişkisine dışarıdan bakabilmenin öyle kolay bir şey olmadığını kabul etmek gerekiyor. Sinemaya ya da güzel sanatlara ayrılan sayfaların üç-beş katıyla gazeteleri işgal eden futbol haber ve yorumlarından biraz uzaklaşarak, futbolun toplumsal olarak neyin habercisi olduğunu anlayabilmek için hem futbolu sevmek, hem anlamak, hem de fanatizmin göz karartan şiddetli tukusundan bazen kopabilmek gerekiyor.

Belçika’nın Charleroi şehrinde 11 Temmuz’a kadar futbol hayranlarıyla buluşacak inanılmaz kapsamlı futbol sergisi One Shot!, futbolda habercilikten çok daha fazlası olduğunu, dünyanın en popüler sporunun günümüzde hangi alanlarda kendini gösterdiğini ve sanatçının futbolla heyecanlı ilişkisini merkezine alıyor.

Sergi ilham kaynağını, eski amatör futbolcu Macar yazar Péter Esterházy’nin futbola kişisel ve felsefi yaklaşımlarını derlediği, Journey to the Depths of the Sixteen-Metre Line kitabından alıyor. Esterházy, kitabında 1950’lerin efsanevi futbolcusu Ferenc Puskás’ın modern dünya için ideal bir metafor olduğunu düşündüğünü yazıyor: “Puskás futbolun son tanınmış ismi, son yakından tanıdığımız karakteri, modernitenin son ışığı. O hakiki metafora uzanan bir yolculuk. Ondan sonra tek yıldız diye bir şey olmadı. Artık varoluş durumuna uyacak cevaplar yok. Cruyff, Pelé, Maradona gibi, cevapların kaliteli kopyaları, örnekleri var.” Esterházy, bu iddialı sözlerini şu şekilde bağlıyor: “Puskás’la oyun biter ve eğlence çağı başlar.”

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

Amerikan dizilerinde namaza doğru

‘Sex and the City 2’de kadınların Abu Dabi ziyareti kimseyi pek mutlu etmemiş olsa da, bu talihsiz çaba Amerikan televizyonu ve Hollywood’un Müslüman karakterlere daha fazla önem verme çabalarına işaret ediyor. Daha birkaç sene önce bir arpa boyu yol gidilmişken, çok boyutlu Müslüman karakterlerin sayısı giderek çoğalıyor


Uykusuz gecelerin ajanı Jack Bauer’ın hücre evlerinde avlamaya çalıştığı Müslüman teröristler artık kötü bir anıya dönüşmüş durumda. 24 dizisinin son sezonlarında, Ajan Bauer’ın kankalarının arasında bir imam eklenmiş olduğu gibi, Amerika’yı her sene büyük bir faciadan kurtarmayı başaran CTU’nun başında da Arap bir kadını görmüş bulunuyoruz.

Özellikle 11 Eylül’den sonra adını bolca duyduğumuz Medeniyetler Çatışması, popüler kültüre de sızmış durumda. Kültürel çeşitlilik konusunda büyük yol kat etmiş olan Amerikan televizyonu ve sineması ise Müslüman karakterlerle neler yapıp, neler yapamayacağını henüz tam bilememenin şaşkınlığını yaşıyor. Bunun en son örneğini hiç beklemediğimiz bir yerde, yeni Sex and the City filminde gördük.


Bir zamanların en cesur dizilerinden Sex and the City’nin yaratıcısı ve ilk iki uyarlamanın da yönetmeni ve yazarı olan Michael Patrick King’in Carrie ve arkadaşlarını tatile Abu Dabi’ye göndermesi herhalde verilebilecek en kötü kararlardan biriydi. Büyük bir olasılıkla, giderek popülerleşen çeşitlilik çorbasında benim de tuzum olsun diyen King, filmin gösterime girmesiyle hem eleştirmenlerin hem de izleyicilerin gazabının hedefi oldu. Peçeli kadınlarla tasarım dekoltelerin bir araya gelmesinin iyi bir film konusu olamayacağını birisinin kendisine hatırlatmış olması gerekiyordu.

Şimdi futbol filmleri izleme zamanı


Klasik futbol filmlerini raflardan indirmenin tam zamanı. İçimizi ısıtan, güldüren ve de hakeme küfrettiren futbol filmlerini hatırlayalım


Dünya Kupası’nın adrenalini ayakta tuttuğu şu dönemde, araya futbol filmleri sıkıştırmak güzel olabilir. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1980’lere, komediden dramaya, her zevke göre bir futbol filmi bulmak mümkün. Eric Cantona, Tanju Çolak ve Pele’yi izlemek de cabası. Klasikleşmiş futbol filmlerinden bazılarına bakalım.

Escape to Victory

Futbol filmi dendiğinde çoğu kişinin ilk aklına gelen film, John Huston’ın yönettiği 1981 yapımı Escape to Victory (Zafere Kaçış) olacaktır. İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen filmde Michael Caine’in canlandırdığı eski futbolcu John Colby, bir grup Müttefik savaş suçlusunu Almanya’ya karşı yapacakları maça hazırlar. Osvaldo Ardiles, Kazimierz Deyna, Bobby Moore, Paul Van Himst ve de efsane Pele gibi dönemin futbol devleri savaş suçlularını canlandırır. Filmin çekimleri sırasında, kaleci rolündeki Sylvester Stallone, Dünya Kupası kazanmış İngiliz kaleci Gordon Banks tarafından çalıştırılmış. Film, 1961 Macar yapımı Cehennemde İki Yarı filminden ve İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların Ukrayna’yı işgali sırasında Dynamo Kiev’in Alman askerlerini yenmesinden etkilenmiş.

Louis Vuitton'dan kupaya destek

Kupa demek dünyanın her yerindeki tasarımcı için altın yumurtlayan top demek. T-shirtten meyve kasesine, bu yazın futbol tasarımları..

Messi’yi ya da Robben’i Dünya Kupası boyunca pek fazla farklı giyside göremeyeceğiz ama dünyanın dört bir yanındaki Messi ya da Robben hayranları için t-shirt’ten çoraba ve terliğe her türlü Dünya Kupası temalı tasarım mevcut.

Dünya Kupası için en büyük tasarım Louis Vuitton’dan. 12 Temmuz sabahı evine Kupa’yla dönecek takım 36 cm boyunda, 6 kilo ağırlığında ve altından yapılmış bu dünyanın en büyük futbol ödülünü Louis Vuitton’un meşhur Asnieres atölyelerinde tasarlanan çantayla götürecek.

Louis Vuitton’u futbolla pek bağdaştıramıyorsanız, endişelenmeyin. Yüzyıllık Fransız markasının yalnızca bir tane ürettiği Kupa çantasından başka bir futbol ürünü yok. Diğer büyük markalar ise, Dünya Kupası’nı kuru yaz döneminde dört yılda bir gelen sağanak yağmur olarak algılamış durumdalar.

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

Televizyondan beyazperdeye acılı yolculuk

‘Lost’un filmi çekilecek mi dedikoduları ve ‘Sex and the City 2’nin aniden gösterimden çekilmesi, televizyondan sinemaya geçiş yapan dizileri ve neden çoğunun tutmadığını hatırlatıyor

Lost’un final bölümünün kara dumanı henüz tüterken, açıkta kalan soruların bir filmle toparlanıp toparlanmayacağı, dizinin azılı forumlarında tartışılmaya başladı bile. Disney’nin Lost’un haklarını satın aldığını ve daha çok süt verecek gibi gözüken bu ineği başıboş bırakmaya niyeti olmadığını belirtelim öncelikle. Lost: DHARMA Yılları isminde bir mini dizi ya da Adanın Sırları isimli bir çizgi romanın haberini çok yakında alabiliriz.

Uluslararası dağıtım, reklam geliri ve DVD satışlarıyla, Disney bu ineğin en değerli sütünün bir sinema filminden geleceğini de çok iyi biliyor. Şu anda, yöneticilerin acil Lost filmi önerileriyle haşır neşir olduklarını tahmin edebiliyoruz. Altı yıl izlediğimiz zaman dilimlerinin öncesi ve sonrasının soru işaretiyle bırakılması da, bir filmin çok rahat çekilebileceğini gösteriyor.


Televizyonda görmeye alıştığımız karakterleri beyazperdede izlemenin keyfinin ayrı olduğu bir gerçek. Hatta bu hafta Carrie ve arkadaşlarının orta yaş bunalımlarını ikinci kez sinemada izlemeye hazırlanıyorduk. Fakat hafta bitmeden, İsrail’in yarattığı küresel gerginlikten dolayı Sex and the City 2’nin Türkiye gösteriminin belirsiz bir süreye kadar ertelendiğini öğrendik.

Joaquin Phoenix'den sahte belgesel ya da sahteliğin belgeseli

Önümüzdeki sene gösterime girecek Joaquin Phoenix belgeseli, kurmaca ve gerçek arasındaki sınırları parçalamaya mı oynuyor, yoksa bir neslin en iyi oyuncularından birinin çöküşüne mi işaret ediyor?

Joaquin Phoenix’in son bir yıldaki fotoğraflarını görüp, röportajlarını izleyenlerin kafaları biraz karışık. Yeni bir Amy Winehouse’la mı karşı karşıyayız, yoksa yeni bir Borat vakasıyla mı?

Gladiator filmindeki sakin ama buyurgan İmparator Commodus tiplemesi ve country müzik efsanesi Johnny Cash’e getirdiği yeni sesle iki kez Oscar’a aday olan Phoenix, Gwyneth Paltrow’la oynadığı son filmi Two Lovers’ın çekimlerini tamamladıktan hemen sonra bambaşka bir kimliğe bürünüyor. Geçen senenin başında, saçı sakalı birbirine girmiş fotoğraflarını görmeye başlıyoruz. Kambur durmaya başlayan, boş boş bakan bu yeni Phoenix, bir süre sonra oyunculuğu bıraktığını açıklıyor.

İnsanları giderek pespayeleşen, kafası dumanlı imajına alıştrdıktan sonra bomba bir açıklama yapıyor: Los Angeles’taki evine stüdyo kurduğunu ve bundan böyle rap şarkıcısı olacağını söylüyor. Phoenix’in bu kararı sağlıklı bir değişimden çok, son hızla düşüşe geçen birinin yardım çırpınışlarını hatırlatıyor. Bir süre sonra bu yeni Phoenix’de sakal-bıyıkla beraber bir başka değişimin de sabit olduğunu görüyoruz. Kamerasıyla yanından ayrılmayan Casey Affleck.

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

Lost: Ada gitti, kavga bitmedi

Beklentinin doruğa çıktığı ‘Lost’ final bölümü, izleyicileri bir kez daha ikiye ayırmayı başardı. Her soruya cevap arayan ‘bilim izleyicisi’ elleri boş ekrana baka kalırken, ‘inanç izleyicisi’ gözlerindeki yaşları silmekle meşguldu

Walt’ın olayı neydi? Jacob ve kardeşini büyüten kadın nereden gelmişti? DHARMA erzağını düzenli olarak tepeden kim atıyordu? Heykeli kim inşa etmişti? Eloise Hawking her şeye nasıl vakıftı? Siyah ekranın üzerinde beyaz harflerle son LOST yazısını gördüğümüzde yukarıdakilerle beraber onlarca soruyu da sonsuza dek bilinmeyene göndermek zorunda olduğumuzu anladık.

Lost’un son bölümü noktalandığında ilk başta bir şeyler hissetmenin o kadar da kolay olmadığını gördük. Altı yıllık inişli çıkışlı, karmaşık bir ilişkiyi sona erdirmenin şokunu yaşıyorduk. İlk şok atlatıldıktan hemen sonra saniyede 500 Twitter mesajı, Lost bloglarına yığılan yorumlarla basit bir gerçek ortaya çıktı. İzleyiciler ikiye bölünmüştü. Hiç bir sorusu cevaplanmadığı için kime haykıracağını bilemeyen kızgın izleyicilerle, bağlandığı bir diziyi duygusal, epik, neredeyse şiirsel bir vedayla uğurladığını hisseden şanslı grup. Ben ikinci gruba dahil olmanın, Jack’le, Kate’le, Hurley’le ve adayla vedalaşabilmenin huzuruyla, hayal kırıklığına uğrayanları duymazdan gelerek günüme devam edebildim.

Lost ilk bölümünden itibaren, Locke’un tavla taşlarını eline alarak yaptığı o kısa konuşmasıyla zıtlıkların önemli bir tema olacağının sinyallerini vermişti. Bir süre sonra, hemen hemen her bölümde karşımıza çıkan siyah-beyaz zıtlığının ötesinde daha büyük kutuplar olduğunu görmeye başladık. Karakterlerinin adayı algılama biçimlerinde ve huzura ilerleyen yolculuklarında giderek önem kazanan ‘bilim adamı’ ve ‘inanç adamı’ ayrımıyla karşılaştık. Dizinin ikinci yarısında da yazılmış ‘kader’ ve seçimlerin önemini vurgulayan ‘özgür irade’ ayrımını izlemeye başladık.

Turkish movie 'Ev' puts thrilling spin on 'Big Brother' concept

Eviction takes on a whole new meaning in this 'Big Brother' house when a sociopath takes hostage the contestants in the Turkish version of the reality show. Sibling directors Alper and Caner Özyurtlu recreate and redefine the meanings of voyeurism and exhibitionism in their inspiring debut film

When MTV began airing an unprecedented TV show featuring a group of strangers living together in the same house, with their relations recorded on camera for all to watch, it kick-started a new age in television. The Real World debuted in 1992, helping make George Orwell’s dystopian omnipotent eye Big Brother a reality for years to come.

MTV has always been a fragmented TV experience, breaking the norms and standards of mainstream broadcasting for a progressive, younger audience. While The Real World had a cult following (the show will enter its 24th season this month), it wasn’t inspirational for producers of big TV channels.

All that changed in the late 1990s when a major TV outlet began airing Big Brother in the Netherlands. The rest is history. Today, in 70 countries, ordinary people are exhibiting their fears, longings and eating and sleeping habits on TV for the enjoyment of millions.

Andy Warhol’s forecast that everybody would be famous for 15 minutes was becoming true, and a new sense of television programming opened the way for ordinary people to become popular household names, even if only for a few weeks, or hopefully for a couple of months.

Glee: Bir pazarlama dehası

Aklınıza şöyle bir televizyon dizisi geldiğini düşünün. Tombul, siyah, çekik gözlü, kekeme, tekerlekli sandalyede, eşcinsel, futbolcu, hamile, amigo (çoğu durumda bunların birkaç tanesi bir arada) bir grup lise öğrencisini bir müzikal kulübüne koyacaksınız ve bunlara her hafta Madonna’dan Van Halen’a, Beyonce ve Barbra Streisand’e karmakarışık bir repertuvar vereceksiniz.

Bu saçma sapan fikrinizi bir televizyon kanalına sattığınızı düşünün. Büyük ihtimal, ya elinizde patlayan ya da Eureka, Dollhouse, Buffy gibi mütevazı sayıda kendi kült izleyicisine sahip bir diziniz olacak. Glee bu sezon Fox’ta gösterilmeye başladığında TV pazarında kimsenin var olduğundan haberinin olmadığı büyük bir boşluğu doldurup, bir de üstüne çağımızı tanımlayan bir pazarlama dehasına imza attı.

İlk sezonu hala devam eden Glee, yakından tanıdığımız Amerikan lisesine daha önce alışık olmadığımız bir heyecan, iyimserlik ve enerji getirerek, kültürel çeşitlilik denilen çorbanın da tanımını yeniden yapıyor. McKinley Lisesi’nde geçen postmodern müzikal diyebileceğimiz Glee, dışlanmış öğrencileri bir araya getirip, şarkı söyleyip, dans ettirip, araya da ergen sorunlarını sıkıştırarak, okullarının olmasa da, dünyanın en popüler öğrencilerine dönüştürüyor.

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

Bir Twit attım, dönemem

Kimine sosyal jungle, kiminin kimliklerini sürekli yenilediği sonsuz bir ifade alanı. Sosyal medyayla hepimiz online bir köyün sakinleriyiz. Bu köyden göç de zor gibi gözüküyor..

Bilgisayarı ergenlikten çok sonra tanıyan kuşaklar için sosyal medya dünyası, bir türlü adapte olamadığınız, sürekli yanlış bir şey yaptığınız duygusunu üzerinizden atamadığınız, bir tür sosyal jungle. Cep telefonu mesajlarıyla flört etmeyi öğrenen, online kimliği bir küratör edasıyla sürekli yenilenen genç nesiller için ise internet üzerinden gelişip büyüyen dijital medya, emin adımlarla ilerledikleri bir oyun alanı.

Psikolog ve sosyologların yarım yüzyıldır kafa patlattıkları, şehir kültürü, şehirde yaşama kodları, beyin göçü, sosyal bağlardan koparak birey olma durumlarının modern insanı nasıl etkilediği, yerini tamamen zıttı kaygılara bırakmış durumda. Dünya online bir köy ve bu köyde mahalle arkadaşlarınızdan, on yıl önceki iş arkadaşlarınıza ve bir gece önce bir partide ne sohbet ettiğinizi hatırlamadığınız o geveze kadına kadar herkes bir arada.

Duvarınızda akıp giden arkadaşlarınızın haber bülteni olmadan çok önce Facebook, naif bir sosyal iletişim alanıydı. Sonra haberler ve fotoğraf işaretlemeyle, dijital iletişimin tanımı değişti. İlk başlarda, ancak birisinin profiline girerek duvarında yazanları okuyabilirken, şimdi devasa bir partide gibiyiz. Kim kimden ayrıldı? Kim hangi müziği dinliyor? Kim hangi diziye hasta? Dün gece gittiği partide kim sarhoş oldu?

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

Lost: En başında ada ‘araf’ olarak mı kurgulanmıştı?


Yapımcılara ve yazarlara, ‘günahınız boynunuza’ diyor ve ‘acaba ilk plan adanın araf olması mıydı?’ diye soruyoruz


Lost'un final bölümünü gözlerimiz dolarak hatırlasak da, bazı gizemlerin acemice diziye eklenmiş olduğu, son sezonlarda tutarsızlıkların giderek çoğaldığı ve finalin tüm dizi yerine yalnızca son sezonu toparladığı gerçeklerini değiştirmiyor. Yapımcı ve yazarların en başından sonunu bildiklerine inanmak artık çok zor. O iskeletlerin kime ait olduğunu bildiklerini en saf izleyiciye bile inandıramazsınız. Ya da adanın kaybolmasının en başından planlanmış olduğunu. Yazarların beş sezonda kendilerini köşeye sıkıştırmış oldukları bir gerçek. Bu kadar büyük bir beklenti ve bu kadar büyük bir karışıklıkla, böylesine toparlayıcı bir son olması bir yandan yazarlara hayranlığımızı daha da arttırıyor.

Geriye baktığımızda, ‘araf’ hikayesinin en başında ada için düşünülmüş olması büyük bir olasılık geliyor. Hayatlarındaki karanlık noktalardan kurtulamamış bir dolu karakterin hafif yaralarla bir uçak kazasından sağ çıkmaları, geri dönüş hikayeleriyle her karakterin probleminin anlatılması, kimsenin birbirine adaya düşmeden ne iş yaptığını, nerden olduğunu sormaması, adanın herkesin en karanlık sırrıyla yüzleşmesi için ortam hazırlaması, adada çocukların doğmaması, adanın başında bir ara mekan, bir tür araf olarak kurgulanmış olduğu izlenimini yaratıyor.


Lost’un 1. sezonunun
sonuna doğru, adanın ne olduğuna dair herkes kafa patlatamaya başladığında, ilk ortaya atılan teorilerden biri de adanın araf olduğuydu. Tüm teorileri tek tek reddeden yapımcılar, doğal olarak doğru olanı da elemek durumunda kalmış olabilirler. Bu, dizinin yaratıcısı J.J. Abrams’ın son 10 dakikayı en başından beri bildiği tezini de teknik olarak doğruluyor.

Two films show rise of immigrant Turks in cinema

Turkish immigrants in Europe take center stage in two films from non-Turkish directors currently playing in theaters. Here's a look at how the depictions of the lives of Turks people in Europe have changed in cinema over the last three decades


What do two movies, one directed by an Austrian and the other by a Dutchman, playing in theaters right now have in common?

Both Die Fremde (When We Leave) and Takiye: Allah’ın Yolunda (In the Name of God) feature Turkish characters in their leads. Both films tell the stories of Turkish immigrants living in Europe and of characters who feel stuck between two cultures, two countries and between tradition and modernity.

Die Fremde stars Sibel Kekilli, the poster girl for Turkish immigrants in cinema, in an award-winning performance.

Director Feo Aladağ’s debut feature tells the story of Umay, a Turkish woman whose family lives in Germany. The film begins as she ends her marriage, running away from her thuggish husband with her son back to her family in Berlin. She finds out that it doesn’t really matter whether she’s in Turkey or Germany – as long as she’s a single mother, traditions work the same for a Turkish woman, even if she’s right in the middle of a culture with gender equality.

Director Ben Verlong’s Takiye: Allah’ın Yolunda is a genre-bending movie, a thriller that looks deep into the problems faced by Muslims in Europe in the last decade.

Lost sonrası depresyona acil çözümler


  1. Final bölümüyle hisleriniz uyuşmayan yakınlarınızla Lost’un sonunu tartışmaktan kaçının.
  2. Bir hafta Lost’un yerine geçecek alternatif dizi aramayın. Beklentileriniz yüksek olacağı için, Fringe gibi Lost’la karşılaştırabileceğiniz dizilerden kaçının. Mümkünse birkaç bölüm Glee izleyin.
  3. Köpeğinizle daha fazla vakit geçirin. Mümkünse vücudunuzda anlamsız yaralar tespit etmeye çalışın.
  4. Bir süre şarap içmeyin, küveti doldurmayın. Tıpa görmek anılarınızı canlandırabilir.
  5. Arkadaşlarınıza daha fazla zaman ayırın. Mümkünse onlarla çeşitli ibadet mekanlarında bir araya gelin.
  6. Lost’un pilot bölümünü yeniden izleyin. Jacob’ın annesini hafızanızdan silmeye çalışın.
  7. İnternette yazın piyasaya çıkacak, alengirli Lost DVD setinin fotoğraflarına bakın.
  8. Tüm Star Wars serisini bir kez daha izleyin. Yoda’nın Jacob’dan çok da fazla bilge olmadığını görüp, rahatlayın.
  9. ‘Hangi Lost karakterisin?’ testlerine bulaşın. Michael ya da Ana Lucia çıkarsanız, başka testler arayın, kafanız dağılsın.
  10. İnternette Lost’la ilgili yazıları okumayı yavaş yavaş azaltın. İki hafta içerisinde, günde beş saatten on dakikaya indirin.

The Stoning of Soraya M: Far away, so close

If you were left angry and helpless thinking of the treatment of women under Shariah law when you watched ‘Persepolis’ three years ago, think again before watching ‘The Stoning of Soraya M.’ The film, adapted from a true story, brutally tells the story of a woman condemned to death by stoning for adultery in a remote village in Iran just after the Islamic Revolution


We owe a great deal to art and artists in helping us glimpse into places that have been closed off in the name of religion, tradition, culture, or whatever leading men deem suitable for their cover-ups on crimes against humanity and human rights.

Nearly a decade ago, Khaled Hosseini’s best-selling novel, The Kite Runner, broke our hearts and took us to the underbelly of Afghanistan’s recent history. Persepolis, Marjane Satrapi’s autobiographical graphic novel, and the subsequent animated adaptation, was a delightful combination of the chilling and the funny in shedding light on women’s position in Iran after the Islamic Revolution.

Iranian-American director Cyrus Nowrasteh’s The Stoning of Sorayah M. stands closer to The Kite Runner than Persepolis in its brutal depiction of humanity doing bad in the name of Islam in the late 20th century.

Beyazperdede ayrı telden çalan anneler


Tüm anneleri aynı kategoriye sıkıştırıp, onları cefakar, şefkatli ve de daimi verici insanlar olarak tanımladığımız, biraz duygusallıkla tüm günü onlara ayırdığımız o korkutucu güne çok az kaldı. sulugreyfurt
’ta çocuk yazılarımız sona ermeden, beyazperdenin farklı boylar, tipler ve karakterlerdeki annelerini hatırlayalım. Cefakar anneden arıza anneye, hayalet anneden erkek anneye, hepsi burada.

Fedakar anne: ‘Stella Dallas’

Yazar Olive Higgins Prouty’nin kızının ölmünden sonra yazdığı roman üç kere sinemaya uyarlandı. Çocuğu için her şeyi feda eden anne tipinin belki de en önemli örneği olan bu hikayenin en önemli sinema uyarlaması Barbara Stanwyck’in anneyi oynadığı. Özellikle son sahne içinizi parçalayabilir.

Arkadaş anne: ‘Terms of Endearment’

Beş Oscarlı bu film, Shirley MacLaine ve Debra Winger’ın 30 yıllık bir süre içerisindeki inişli çıkışlı ilişkisini anlatıyor. 1983 yapımı film, Emma’nın doğumuyla başlıyor ve ikilinin yıllara yayılan, sürekli didişmeyle güçlenen bağını anlatıyor. En etkileyici anne-kız filmlerinden, fakat son yarım saati için bir paket Selpak gerekiyor.

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

Lost: It only ends once

The instant reaction to the final episode of 'Lost' was of polarization. But wasn't the whole genius behind the show's storytelling about polar opposites? Those who were expecting the answers to the Hurley bird and why Walt was special were left disappointed. Those, however, who had learned to enjoy 'Lost' as a journey watched a spectacular finale


It was inevitable that the final hours of Lost would not please everyone. And it was inevitable that the instant reactions would be polarized, very much like the themes of opposites that marked the series from its very first episode. Waking up to a new era on Monday, messages flooded Twitter, Facebook, and eons of blogs. The instant reaction of the fans and casual viewers alike was of shock.


With its overarching themes on spirituality, Lost had always played on the clash between faith and rationality. From very early on, it had dubbed its leading protagonists Jack and Locke as “man of science” and “man of faith.” And throughout a journey of nearly six years, Lost also divided its audience into two similar groupings.


The first group were those fixated on answers, and to some extent, equated the approaching finale only with a string of rational answers that would shed light on the mysteries of the island. The second group, on the other hand, had realized at some stage that Lost had never really been about answers. They realized that with its twists and turns, epic storytelling, and occasional blundering, Lost was enjoyed by most as a journey, and mostly a journey of its characters.

Hollywood büyük yazar ve şairlerden ne istiyor?

Şu sıralar sinemalarda gösterimdeki iki film, iki büyük edebi ismin son yıllarını anlatıyor: Tolstoy ve İngiliz Romantik şair Keats. Anna Karenina’yı okumadıysanız ya da Keats’in şiirlerine yabancıysanız, ‘The Last Station’ ve ‘Bright Star’ iyi birer seyirlik olabilir. Ama bu iki isim bir şekilde hayatınıza dokunduysa, büyüyü bozmamanız tavsiye olunur


Tolstoy’un ölmeden önceki son bir yılını anlatan The Last Station, belki de Tolstoy’dan çok, daha gündelik dertlerle boğuşan karısı Sofya’ya odaklandığı için ilgiyle izlenen bir film. Gene şu anda sinemalarda oynayan Bright Star, İngiliz edebiyatının son romantiklerinden olmasa da son Romantik şairi olan Keats’in Fanny Brawne’la yaşadığı aşkı anlatıyor. Filmi, iyi bir biyografiden çok iyi bir aşk filmi olarak izlemek daha hayırlı olur.

Hollywood’un gerçek yaşam hikayelerine bayıldığını, biyografik filmleri elinden geldiğince romantik ve dramatik bir hale dönüştürme eğilimli olduğunu çoktan biliyoruz. Kostümü, dekoru, sanat yönetimini, senfonik film müziğini ve de çeşit çeşit aksanı en iyisiyle yapan Hollywood için, hazır hayat hikayeleri bulunmaz nimet. Hele bir de, bu hayat hikayelerinde örselenmiş çocukluklar, tutkulu aşklar, bağımlılık ve biraz da delilik varsa, bekle beni Oscar.

Lost'tan epik veda: İlk izlenimler


Lost’un dün yayınlanan finalinde her soruya cevap arayan izleyiciler hayal kırıklığı yaşarken, kendini çoktan sorgusuz dizinin büyüsüne bırakmış olanlar duygusal bir vedayla diziyi noktaladılar


Göğe yükselen bambuların ortasında Jack’in gözlerini ıssız bir adaya ve 2000’lerin en büyük popüler kültür olayına açtığı o sahne dün sabah itibarıyla bambaşka bir anlam taşıyor. Neredeyse altı yıl önce hayatımıza giren Lost, pilot bölümüne yakışır bir şekilde epik bir finalle sona erdi.

Karakterlerinin hayata bakışını ve adayı anlama çabalarını ‘inanç adamı’ ve ‘bilim adamı’ olarak iki kutba bölen Lost, altı yıl içerisinde izleyicilerini de çok sorgulamadan kendini dizinin özgün anlatımına bırakanlar ve her soruya mantıklı birer cevap bekleyenler olarak ikiye ayırdı. Adanın neyin nesi olduğunu, Walt’ın gücünü, karakterlerin neden Jacob tarafından seçilmiş olduğunu heyecanla bekleyenler hayal kırıklığına uğrarken, altı sezon boyunca her türlü arızalarını ve temize çıkma saplantılarını izlediğimiz karakterlere önem vermiş izleyiciler muhteşem bir sonla karşı karşıya kaldı.

Bilim kurguyla açıkça flörtü, felsefi ve dini göndermeleri ve dallanıp budaklanan mitolojisiyle dünyanın her yerinden, birbirinden farklı izleyiciyi kendine bağlayan Lost, her şeyden önce karakterlerinin yolculuklarına önem veren bir dizi olduğunu yeniden hatırladı ve hatırlattı. Son sezondaki yan hikayenin bir tür araf olduğunu öğrenmek kimine kaçak oyun gibi gelse de, Lost’un yalnızca bir yolculuk olduğunu kabullenen izleyiciler için en güzel hediyeydi. Final bölümü belki soruları cevaplama konusunda sınıfta kaldı ama zaman geçtikçe daha da iz bırakacak bir sona imza attı. O son sahnede yanında köpek Vincent, Jack’in gözlerini açtığı yerde yeniden kapaması güçlü bir veda gibi gelmediyse, zaten çoktan Lost’la helalleşmiş olmanız gerekiyordu.
25 Mayıs 2010'da Akşam'da yayımlandı.

Tenten bir kez daha Çizgi Roman Suçları Mahkemesi'nde


Çizgi roman dünyasına ayak bastığı 1929'dan beri ideolojik duruşuyla kimseye yaranamayan genç gazeteci Tenten, bir kez daha mercek altında. Tenten'in yaratıcısı Herge'nin ölene kadar peşini bırakmayan 'Tenten Kongo'da' macerası bir kez daha ırkçı suçlamalarıyla mahkemelik.

Karanlık geçmişi Tenten'in başına bir kez daha bela oluyor. Sağcılara, solculara, kapitalistlere, komünistlere, siyah, beyaz, çekik gözlü, kimseye yaranamayan Tenten, 81 yaşında yeniden mahkemeye gitmeye hazırlanıyor. Tenten'in ülkesi Belçika'da yaşayan Kongolu Bienvenu Mbutu, 1920'lerin sonunda yayımlanan Tenten'in Kongo macerasının yasaklanması için geçtiğimiz hafta mahkemeye başvurdu.

Siyahlara karşı ırkçı kalıplarla dolu ve sonrasında Tenten'in yaratıcısı Herge'nin bir gençlik hatası olarak kabul ettiği Tenten Kongo'da, İngiltere'de çocuk kitaplarının arasında satılmıyor ve üzerinde bir uyarı bulunuyor. Mbutu, en azından benzer bir uygulamanın Tenten'in anavatanında yapılmasını istiyor. Kongo'dan Amerika'ya ve Tibet'e, dünyanın dört bir yanını gezen, hatta hızını alamayıp aya bile çıkan genç gazeteci Tenten'in 1931-1976 yılları arasında basılan 24 macerası bulunuyor.

Mbutu'nun ve biraz duyarlılığı olan herkesin rahatsız olduğu Tenten Kongo'da'nın yayımlandığı dönemde Kongo, Belçika sömürgesi ve Herge'nin çizgi romanının çıktığı derginin patronu kendisinden Tenten'i Kongo'ya göndermesini istiyor. Amaç, Belçikalı beyaz işçileri Kongo'ya çekmek. Herge hiçbir şey bilmediği bir ülkeyi, kendi deyimiyle 'cahilce' ve 'önyargıları'yla yeniden yaratıyor. Kitapta, siyahlar ilkel ve aptal karakterler olarak yaratılıyor. Siyah bir kadın, ufak tefek Tenten'e 'Büyük beyaz adam' olarak hitap ediyor, Tenten yerlilere Belçika haritasıyla coğrafya dersi veriyor.

Ağaç yaşken eğilir: Televizyonun eşcinsel veletleri


Ufacık birer oğlanken Jackie Kennedy, Madonna, Martha Stewart ve Grace Kelly hayranı olduklarını görüp damgayı yapıştırdığımız televizyonun eşcinsel ergenleri, büyüyüp de dolaptan çıktılar bile. Geleceğin Will, Jack, Kevin ve Mitchell’larına buradan selam gönderiyor ve hep beraber Somewhere Over the Rainbow’u söylüyoruz.

Andrew Van de Kamp

Hangi dizinin eşcinsel evladı? Desperate Housewives

Kısaca: ‘Baskın annenin eşcinsel oğlu olur’ teorisinin televizyondaki önemli temsilcilerinden olan Andrew; takıntılı, titiz, tutucu ve de aile değerlerinin sıkı savuncularından Bree’nin oğlu. İlk önceleri problemli bir ergen olarak tanıdığımız Andrew’nun karışık cinsel kimliği altı sezon içinde oturur.

Eşcinsel olduğunu ilk nasıl öğrendik? Önceleri Lisa isimli bir kız arkadaşı olduğunu duyduğumuz Andrew’yu havuzda bir erkekle oynaşırken gören Susan’la beraber bizler de hafif şoka gireriz. Sonra Justin’le ilişkisi Wisteria Lane’de herkes tarafından duyulur.

Ailesi nasıl tepki verdi? Babası Rex, oğlunun eşcinsel olmasını gayet olgun karşılasa da, Bree için durum o kadar kolay olmaz. Andrew’ya bu dünyada sorun olmasa da, öldükten sonra cennete buluşamayacaklarınını dert ettiğini söyleyen Bree, oğlunu döndürmesi için bir rahibi devreye sokar. Bu da işe yaramayınca, bağrına taş basarak durumu kabul eder.

Aşk hayatı nasıl? İlk sevgilisi Justin’den sonra annesiyle arası bozulan Andrew bir süre evsiz yaşar ve bu dönemde de ‘kötü yola düşerek,’ bir süre fahişelik yapar. Şu aralar, üvey babası Orson’un estetik cerrahı Alex’le nişanlı. Ara sıra nişanlısını aldatsa da mutlu bir ilişkileri var.

Ne kadar klişe? Bilindik kodlara göre Andrew’nun eşcinsel olduğunu anlamak neredeyse imkansız. Klişelik notu 1.

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

Siyah Beyaz: Where everybody knows your name


A revered name in Turkey’s film industry, Ahmet Boyacıoğlu’s directorial debut, ‘Siyah Beyaz’ (Black and White) pays tribute to dry, but inspirational capital city of Ankara through its oldest night haunt, giving the movie its name. The hall of fame that is the cast and crew make the film a tribute to Boyacıoğlu himself

There are a handful of Turks equivalent to the baby boomer generation, the artistic elite who refuse to leave Turkey’s dry, but inspirational capital city Ankara. And for them, there are two names associated with Ankara: Ahmet Boyacıoğlu and Siyah Beyaz.

Boyacıoğlu is a revered name, a legend in his own right for film enthusiasts in Turkey. He’s the founder of the Ankara Cinema Association and organizer of the traveling film festival, Festival on Wheels; a former representative of Turkey in Eurimages and a crucial name in Turkey’s Golden Boll Film Festival. Being the movie buff, Boyacıoğlu is an unfaltering judge in many festivals and covers various international film festivals for the daily Radikal.

Green Zone: When Jason Bourne goes to Iraq

The director-actor duo, Paul Greengrass and Matt Damon, of the last two ‘Bourne’ movies unite in one of the best thrillers of the year, and one of the best films on the Iraq war

Who would have thought, amid recent Oscar winner The Hurt Locker and films by such influential directors such as Brian De Palma and Paul Haggis, that one of the best films on the Iraq War would come from the director-actor duo who brought us two of the Bourne thrillers?

Paul Greengrass and Matt Damon have united once again with the recent Green Zone, a thriller set in the international zone of Iraq in 2003. Matt Damon plays Chief Warrant Officer Roy Miller, not an amnesiac like his hero in the Bourne movies, but a soldier kept out of the loop in deep state conspiracies that turned the Iraq War into a fiasco. The film begins with Miller and his men raiding locations to find weapons of mass destruction. Instead, they find bird droppings.

Related Posts with Thumbnails