Yeni dizi: FlashForward

Lost’un başarısını yanlış yerlerden yakalamaya çalışan FlashForward geleceği gösterse de, dizinin geleceğini görmek o kadar kolay gözükmüyor

Amerikan televizyonunun yeni bir Lost yaratma kaygılarını iki yıldır heyecan ve biraz da şüpheyle takip ediyoruz. İyi niyetli ve kısmen başarılı Fringe ve Dollhouse çabalarından sonra, bu sezon da hayatımıza FlashForward giriyor. En başında ismi, Lost’tan tanıdığımız oyuncuların boy göstermesi, dizinin felaket sahneleriyle başlaması, hatta ilk bölümde gözümüze çarpan Oceanic Havayolları reklamı, dizinin açıkça Lost’un tahtına göz diktiğini gösteriyor.

Dünyadaki herkes aynı anda 2 dakika 17 saniye süresince bilinçlerini kaybediyor ve altı ay sonra, 29 Nisan 2010 tarihinde ne yaptıklarını görüyorlar (ya da o zaman yaşıyor olmayanlar göremiyor). Esas oğlan FBI ajanı Mark Benford (Joseph Fiennes) hem yeniden içkiye başladığını hem de bu olayı çözmeye çalıştığını görüyor, karısı Olivia (Lost’un Penelope’si Sonya Walger) kocasını aldattığını görüyor, bir başka FBI ajanı ise hiç bir şey görmüyor.

Bir dizi yerine, sürükleyici bir film olabilecek izlenimi veren FlashForward her bölümde büyük gizeme yönelik ipuçları ortaya atsa da, karakterlerinin gelişmelerine, geleceklerinde gördükleriyle inandırıcı bir şekilde başa çıkmalarına izin vermiyor. Lost’tan iyi bildiğimiz kader, özgür irade, ya da anı yaşama gibi kavramları öykünün içine yedirmek yerine, karakterlerinin ağızlarına kuru cümleler olarak yapıştırıyor. Tanımanıza ve yakın hissetmenize izin vermedikleri karakterlerin gelecekte yaşayacakları korkunç deneyimler de bir süre sonra izleyicinin pek de umrunda olmuyor.

Karar: İlk 9 bölümü oynayan dizinin karakterleri derinleştirilip, öyküde giderek büyüyen çatlaklar yapıştırılmazsa, 29 Nisan 2010’da FlashForward’ın son bölümlerini izliyor olabiliriz.

Bunları seviyorsanız kaçırmayın: Fringe, Jericho, Journeyman

29 Kasım 2009'da Akşam Pazar'da yayımlandı.

Televizyon uyur, Oprah uyumaz

25. yılının sonunda, 2011’de programını noktalayacağını açıklayan Oprah, pek de televizyona veda ediyormuş gibi gözükmüyor. Dünyanın en güçlü kadının kendi özel kanalı Oprah Winfrey Network pek yakında yayında

Bir talk showcunun programını neredeyse iki yıl sonra sona erdireceğini açıklamasının ulusal yas etkisi yaratması, kaygan zeminde var olan Türk televizyonuna alışık bizler için saçmalık derecesinde anlamsız. Ama sözü geçen kişi Obama’nın başkanlığına bile etkisi olduğu düşünülen Oprah olunca, Time dergisinden New York Times’a, Amerikan basınının isterisini anlamak çok da zor değil.

Oprah, geçtiğimiz hafta 23 yıldır devam eden programı The Oprah Winfrey Show’u Eylül 2011’de sona erdireceğini göz yaşlarıyla açıkladığında, Amerikalılar talk show kraliçesinin tahtına kimin geçebileceğini tartışmaya başladılar bile. Bu tombul, zenci kadının gücü nereden geliyor ve televizyon, eğlence endüstrisi, değişen dünya düzeni hakkında neler söylüyor?

Grup terapi formatındaki talk show’un yaratıcısı, seri katilden devlet başkanına ne söyleyeceğini merak ettiğimiz herkesi programına konuk eden Oprah’yı yalnızca bir talk showcu olarak tanımlamak pek de adaletli olmaz aslında. Oprah, aynı zamanda Oscar adaylığı olan bir oyuncu, kız çocuklarının eğitimi için bir ülkenin tüm gelirini harcayabilen bir yardımsever, Oscar adaylığı ya da bestseller listelerine girişi garantileyen kamuoyu pompası, CNN ve Time dergisine göre de “dünyanın en güçlü kadını.”


Ben bugün ‘Oprahlaştım’

Time dergisi, kilolu, zenci bir kadının bu derece başarılı olmasını, doğal merakına, sakin mizah anlayışına, konuklarıyla empati, seyircisiyle de iyi iletişim kurabilmesine bağlıyor. Oprah, yalnızca ünlülerle sohbet amaçlı bir program yapmak istemiyor. Ünlüleri yalnızca söyleyecek bir şeyleri varsa çağırıyor. Pop felsefeyle flört ederek, izleyicilerini barışçıl, eşit ve sorumlu bir yaşam anlayışına çağırıyor, bir programıyla yasa tasarılarının geçmesini sağlarken bir sonraki programını yemek ya da dekorasyona ayırabiliyor. Sıradışı deneyimler yaşamış, sıradan insanları programına çağırıyor ve konuklarıyla beraber gözyaşı döküyor.

Bir çok konuk, bir şekilde milyonlarca televizyon seyircisinin gözü önünde çok özel itiraflar yaparken buluyor kendini. Wall Street Journal, toplum içinde bir itirafta bulunmaya ”Oprahlaşma” (Oprahfication) sözcüğünü yakıştırıyor. Konukları en özel sırlarını kendiyle paylaşırken, Oprah yalnızca onları dinlemekle kalmıyor. Kendi özel hayatından söz etmekten de hiç bir zaman kaçınmıyor. Küçükken yaşadığı tacizi, gençken kokain kullandığını, inişli çıkışlı aşk hayatını ve kilo problemini seyircisiyle rahatlıkla paylaşabiliyor.

Geçmişindeki bu korkunç deneyimler, Oprah’nın televizyoncu kimliğinin de önemli bir parçası haline geliyor: Acı çekenle empati kurabilen, her türlü adaletsizliğe duyarlı ve sesini yükseltmekten çekinmeyen ağır abla. Bill Clinton bile, Amerikan halkıyla sağlıklı bir iletişim kurmak için, Oprah’yı örnek aldığını söylemekten çekinmiyor. ‘Oprah gidince biz ne yapacağız?’ diyen Amerikalılara ise ufak bir hatırlatmada bulunmak gerekiyor. The Oprah Winfrey Show sona eriyor ama koskoca Oprah Winfrey Network, 24 saatlik yayın hayatına girmeyi bekliyor.

29 Kasım 2009'da Akşam Pazar'da yayımlandı.

'Valley of the Wolves' hopes to spark more nationalism

In a line of TV series and movie adaptations, 'Kurtlar Vadisi’ (Valley of the Wolves) franchise continues with a new movie. ‘Kurtlar Vadisi – Gladio’ hopes to follow the footsteps of its predecessors, aiming straight at the heart of frustrated crowds with a newfound nationalistic angst who can’t get more of deep state conspiracies


The phenomenon that is Valley of the Wolves once again hopes to cash in on Turkey’s recent agenda of conspiracies of the deep state fuelled by the Ergenekon investigation, and draw frustrated crowds with a newfound nationalistic angst to movie theaters.

Kurtlar Vadisi – Gladio is yet another movie adaptation from the immensely popular Turkish TV series Kurtlar Vadisi (Valley of the Wolves), that ran for three seasons from 2003 with almost 100 episodes.

The cult TV series was created by director Osman Sınav, establishing a leading man in the image of a mafia-macho Turkish guy, admired by the unemployed and frustrated young men all over Turkey. Polat Alemdar (portrayed by Necati Şaşmaz) was the Turkish equivalent of 24’s Jack Bauer, entangled in the deep state, disguised as a mafia boss. Short and ordinary looking, Polat has a self-defined sense of justice that included hanging traitors in the city center of Istanbul.

Kurtlar Vadisi became an instant hit with its references to Turkish politics, its unabashed abuse of social sensitivities on patriotism, and with unprecedented scenes of violence that included assassination and torture on television. Not unlike John Woo’s Face/Off, an undercover Turkish agent goes through a set of plastic surgeries to infiltrate the mafia, along with a gunman who walks surefooted in this muddy underworld. The two go through ordeals of every kind for Polat to become the next baron so that he can break them apart.

The series had reached such a cult status that many young men officially changed their names to Polat Alemdar. The hype eventually got so big that the final episodes featured Andy Garcia as the big American mafia boss and Sharon Stone as his wife, eventually lending a kiss to our hero.


Polat travels to Iraq

Then came the movie Kurtlar Vadisi – Irak (Valley of the Wolves – Iraq) in 2006, the most expensive Turkish movie to date. The new installment in the franchise told the story of hero Polat Alemdar's fight against the “evil” U.S. troops in Iraq. The movie opened in 14 countries, drawing an audience of over 2 million in less than two weeks in Turkey. When the movie version, with a storyline different from the series, came to screens with the anticipated hype, teenage boys all over Turkey found their way to movie theaters. For some of them, it was their first time in a cinema.

Kurtlar Vadisi – Irak based its story on real-life events that took place in Sulaimaniya during the occupation of Iraq, where 11 Turkish soldiers were detained by U.S. troops. Pictures of them with sacks over their heads were not taken lightly by the Turkish public at the time. The film showed Polat Alemdar and his men going to northern Iraq to fight with U.S. troops and avenge the honor of Turkish soldiers.

The cast included Hollywood actors Billy Zane and Gary Busey as the evil Americans. In terms of technical standards, the movie played above average, with impressive visual effects. But when it came to dramatic structure, the film was in shambles. Stereotypical does not explain the heroic Turks against the evil Americans. The one-dimensional, cardboard characters made Rambo stand as a respectable war movie. In the movie, American soldiers raided a wedding, they shot innocent people, a Jewish doctor sold organs to rich people in the West, and they tortured the war prisoners. You can guess where all these led up to with our hero Polat in charge.


The enemy within


Kurtlar Vadisi – Gladio comes to theaters in the heat of the Ergenekon investigation, an alleged ultra-nationalistic organization with ties in the military, media and justice, and accused of terrorism, a media-favorite for the last six months. The film puts a peripheral character in the series at its center, İskender Büyük (as ridiculous as it can get, his name translates as Alexander Great), a deep throat claiming that he knows the answers to such deep state secrets on the terrorist organization the Kurdish Workers’ Party, or PKK, coups in the last half-a-century, and alleged assassinations against a previous president, all stories bearing close resemblances to real events.

This time, however, U.S. is portrayed not as evil to be defeated but a reckoning force that puts an immediate halt to impending coups. The movie features a plethora of plot holes, inconsistencies within the script, with real time events, and with its predecessors. Those who are hoping for impressive action scenes like in Kurtlar Vadisi – Irak go home empty-handed as well.

The film, as everything else in the Kurtlar Vadisi franchise, feeds on the emerging neo-nationalist sentiments, reactions to the pro-Islamist government, and Turkey’s position with the European Union and the new world order. Nationalism in Turkey, more often than not, gains its power through creation and recreation of enemies. Turkish cinema history has had its fair share of enemies, from Byzantines and Vikings to Amazons and even aliens. It was time for a contemporary enemy. Now the Americans seem outdated as well, the enemy within seems to be the best option.

Originally published in Hürriyet Daily News on 27 November 2009

En seksi vampir hangisi?


Dünyanın her yerinde genç kızları ve annelerini isteri noktasına getiren Twilight serisinin ergen görünümlü vampiri Edward Cullen’dan önce Lestat ve Angel vardı. Ölümü ve öldürmeyi tatmış olmanın verdiği alışılmadık derinlikleri, en hakiki sprocudan daha çevik vücut dilleri, yıllar hatta yüzyıllar içinde geliştirilmiş moda anlayışları ve yakın olmaya seksten daha fazla önem vermeleriyle, erkek vampirler popüler kültürde her zaman özel bir yere sahip olmuşlardır. Peki popüler kültürün en seksi vampirleri kimler?


5. David (The Lost Boys)

Kiefer Sutherland’ın, bir gün içerisinde Amerika’yi teröristlerden, nükleer saldırılardan ve ölümcül virüslerden kurtarmadan çok önce serseri bir vampir olduğunu hatırlıyor musunuz? Seksenlerin kült filmlerinden The Lost Boys’daki vampir çetesinin serseri lideri David, vampir olmanın fazlasıyla eğlenceli olabileceğini de göstermişti. California’da o partiden bu partiye koşturup, bakire kızlarla takılan David’in tek falsosu saç kesimiydi. Seksenler modasının vampirleri de etkilemiş olduğunu üzülerek hatırlıyoruz.


4. Edward Cullen (Twilight serisi)

Konu vampirimiz Edward, yüz küsur yıllık yaşam tecrübesine karşın hala liseye gitmekte direniyorsa, bir arızası olma olasılığı muhtemel. Gerçi öyle garip bir aileyle yaşayan birinin sonsuza kadar lise öğrencisi olmayı istemesi de mantıksız gelmiyor. Edward’ın genç kızların, annelerinin ve de tüm vampir düşkünlerinin favori vampirlerinden birisi olmasının en büyük nedeni, çağının ötesinde/gerisinde kalmış saç modeli, kanları karıştırmaktan akşamdan kalma izlenimi veren bakışları ve insanüstü güzelliğiyle, vampir herhalde böyle bir şey olurdu izlenimi vermesi. Vejeteryan vampir olması da ayrı bir güven veriyor.


3. Angel (Buffy, Angel)

Buffy the Vampire Slayer dizisinin ilk bölümlerinde lise öğrencisi vampir avcısı Buffy’nin sapığı olarak televizyon dünyasına giriş yapan Angel, daha sonra Buffy’yle yasak aşk yaşamakla kalmayıp, kısa sürede kendi dizisine sahip olmuştu. Pişmanlık, vicdan gibi insani duygularıyla ölümcül vampir kimliği arasında gidip gelen Angel, deri pantalonları ve uzun pardesüleriyle, vampirlere de yeni bir tarz getirmeyi başardı. Televizyonda vampir ve lise kavramlarını bir araya getirmeye çalışan yeni dizi The Vampire Diaries’in yakışıklı vampirleri Stefan ve Damon, Angel ve sarışın Spike’ın diş izlerinden gitmeye çalışsalar da, daha içecekleri çok kan var.


2. Lestat de Lioncourt (Interview with the Vampire, The Queen of the Damned)

Hep beraber söylüyoruz: Vampir denince akla, hemen onun adı gelir. Lestat, Lestat, Lestat. Anne Rice, romanlarıyla vampirlerin iç dünyalarına girmemizi sağlamakla kalmadı, yürüyen ölüleri seksi ölülere dönüştürdü. Varoluş bunalımları yaşayan Louis ve Armand’ın yanında Lestat, özünü sonuna kadar benimseyen, ölümcül kimliğinden hiç bir zaman utanmayan gerçek bir vampir olarak saygımızı kazandı. Serinin az bilinen ikinci filmi The Queen of the Damned, Fransız aksanı ve deri pantalonlarıyla Stuart Townsend Lestat’a ayrı bir hava katsa da, Lestat dendiğinde aklımıza Interview with the Vampire'daki sarı saçları, dantelli gömlekleriyle Tom Cruise geliyor. Louis’ye verdiği tavsiye aslında tüm vampirlere, “Özünü inkar etme, vampirsen vampirliğini bil.”


1. Eric Northman (True Blood)

Alan Ball’ın seksi vampir dizisi True Blood’a yeni başlayanlar, Sookie’nin sevgilisi centilmen vampir Bill Compton dururken, bu isim listeye nereden girdi diyebilirler. Dizinin 2. sezonuna geçmiş olanlar ve True Blood’ın uyarlandığı Charlaine Harris’in Sookie Stackhouse kitaplarını okuyanlar için Bill, seksi vampirler listesinde en altlara düştü bile. Sıkıcı evi, kuru sohbeti ve korkunç pantalonlarıyla Bill’i mi tercih edersiniz? Yoksa, Lestat’a yakışacak sarı saçları, eşofmanlarıyla bile GQ modellerini andıran vücut dili, sahip olduğu havalı vampir barındaki karizmatik tavırlarıyla, 1000 yaşındaki Viking vampir Eric’i mi? Tabii asıl soru, telepatik garson Sookie’nin gönlü hangi vampire kayacak?



Peki ya kadın vampirler?

Konumuz erkek vampirler, ama listemizdeki erkek vampirleri iç çamaşırlarında çalkalayacak popüler kültürün kadın vampirlerini de atlamamak gerekiyor. Bu kadınların çoğu bir şekilde vampirlerin nereden geldiğini açıklayan, vampir ırkının kraliçeleri oluyorlar.

En ünlü kraliçe vampir, Lestat’ın rock müziğiyle yeniden hayata dönen ilk vampir Akasha. The Queen of the Damned’de Akasha’yı canlandıran şarkıcı Aaliyah filmi göremeden ölmüştü. From Dusk Till Dawn filminin kraliçe vampiri Santanico Pandemonium’u ise Salma Hayek canlandırmıştı.

Diğer kadın vampirlere gelince, Catherine Deneuve’ün The Hunger filmindeki kana ve sekse susamış vampiri Miriam’ı, Kate Beckinsale’in ilk iki Underworld filminde Lycanlar’la savaşan Selene’sini ve Angel’la sevgi/nefret ilşikisi yaşayan ve çocuğunun annesi olan Darla’yı unutmamak gerekiyor.

22 Kasım 2009'da Akşam Pazar'da yayımlandı.

Made in Turkey by Golden Orange winner

Director İnan Temelkuran returns to form in his second feature Bornova Bornova, winner of five Golden Oranges including best picture. The film looks at the fallen middle class and changing masculinity in the face of a changing Turkey

A fallen middle class, the growth of new identities in big cities and the breakdown of masculinity with a new world order are all on display in director İnan Temelkuran’s latest film, Bornova Bornova.

The film, this year’s winner of the Golden Orange for best film, has much to say about the changes in Turkish society in the post-1980 period. Bornova Bornova accomplishes all of these by setting its camera in front of an old grocery store and focusing on events that transpire in the shop’s immediate vicinity.

The film is set in Bornova, a district in the Aegean province of İzmir, a refreshing change for Turkish cinema as most recent films are set either in Istanbul or in southeastern Turkey (and one in Africa for that matter).

Men and machismo set the tone of the movie as the leading character Hakan (Golden Orange Best Actor award winner Öner Erkan) kills time on the streets, reminiscing about his short-lived glory days as a football player and hoping to land the best job available, a taxi driver. He hangs out with the bad boy, the local scoundrel, Salih (Kadir Çermik), and has eyes for the belle of the street, Özlem (Golden Orange Best Supporting Actress, Damla Sönmez), a street-smart high school student.


A world defined by despair

Salih is a lost cause for everyone around him. His mother is a respected teacher, and his father is a disgraced civil servant and one-time revered leftist who, as the local legend goes, lost his job following the 1980 coup. Salih deals drugs to teenagers around the area, Özlem being one of his clients.

Hakan, still holding on to an optimism that no longer seems to be shared by those around him, is ready to give Salih the benefit of the doubt, defending him with well-chosen words even Salih does not believe.

As we meet other residents, we see that Hakan’s optimism is an anomaly. A sense of insecurity follows everyone around as holding on to jobs is hard even for the educated. This is best exemplified by Murat (Erkan Bektaş), a washed-out activist with a doctorate in philosophy who finds the best way to make a living is by writing erotic fantasy stories instead of articles for respected magazines and newspapers.

The men around the street pass the time thinking about a gloomy tomorrow, chatting their lives away with meaningless banter and displaying an outdated machismo. The optimism that was bound to fail eventually does disappear as violence takes its place in a world defined by despair.


A Turkey of inequalities

Temelkuran begins the movie with two quotes, one by former president Kenan Evren, who seized power in the 1980 coup, and another by Demet Akalın, Turkey’s answer to Paris Hilton, the it-girl who epitomizes the quick-money, quick-fame reality of a changing Turkey.

Putting Evren into any context means criticizing what became of Turkey after the coup, with the silencing of different points of view, censorship and Westernization that celebrated quick money. These neo-liberal policies, too, opened the way for the growing impoverishment of the middle class and vast differences among classes.

The film impresses with its accurate portrayal of this fallen middle class, along with a new generation that is powerless to stop the growth in corruption and inequalities. The de-politicization of the younger generation since 1980 has now turned into a cliché when blaming the inequalities Turkey faces.

However, much water has passed under the bridge since Evren’s coup that radically altered Turkey. In the end, global changes have had a far greater impact than national political incidents. Other than the opening quotation, Temelkuran’s film does not focus on drawing linkages between Evren’s policies and the despair in Bornova – it stands strong enough on its own.

Temelkuran had promised a future for genuine cinema, with larger-than-life characters in his debut film Made in Europe last year. He seems to be keeping his promise in his second movie, which was filmed under difficult conditions, including a lack of sponsorship. A passion for film, however, kept the film going.

Here’s hoping for yet another touching film.


Originally published in Hürriyet Daily News on 21 November 2009.

The exorcism of Turkish horror cinema

The latest in a line of bad Turkish horror movies comes in the form of a teen slasher. Konak (Mansion) redefines the words sloppy and trite. Take a look at a few of the more unfortunate stabs at horror in the new millennium of Turkish cinema

Exorcism, possession, black magic and psycho killers have crept their way into Turkish cinema in the last decade, resulting in some unintentionally horrific results. The revival of horror movies in Turkey sadly has been little more than an unabashed imitation of American and Asian flicks. The latest example is TV director Cem Akyoldaş’ debut film Konak (Mansion), a sloppy recreation of American teen slasher movies.

A group of university students heads to the historic town of Safranbolu, only to have their SUV break down and their hotel reservation revoked as it begins to get dark. They find their way into an old mansion to spend the night. The mansion, as you can imagine, is set to become their tomb, as each student faces a gruesome death in retribution for their sins. The seven deadly sins come into play here, only in this case each sin somehow relates to drug use. Akyoldaş, along with writers Mehmet Akif Turgut and Funda Çetin, don’t even attempt to use Islamic and Anatolian mysticism and horror motifs, which have been popularized by recent efforts of young directors in the genre. Cardboard characters and so-bad-it’s-funny dialogue make the movie as sloppy as it gets, lowering our hopes of seeing a decent Turkish horror movie even further.

Other recent stabs at horror in Turkish cinema have come from newcomer directors, nearly all of whom tried putting an Islamic or Eastern spin on the films. The ghosts and zombies have become jinns and doomsday appears in its Koranic form. While replacing these motifs with those of American horror cinema (which has a history of nearly a century) and drawing at times from the highly original world of Asian horror, Turkish filmmakers have decided against adding an ounce of originality to the formula. These efforts are merely a copy-and-paste job, centered on the repetition of dated and trite clichés. Here’s a brief look at the Turkish horror films of the last five years.

Büyü (The Spell): A group of very sexy archeologists travel to a small town to research an ancient spirit. The expedition goes terribly wrong when the spirit begins haunting the group. The script, dialogue and special effects are all a disaster, not to mention the historical inaccuracies (first Turkish civilization Artukoğulları, anyone?) and the unrealistic portrayal of archeologists (hot female archeologists with barely any clothes are the norm here). The film hit the box-office jackpot when the movie theater burned down during the premiere. A fire has never been kinder to a filmmaker.

Okul (The School): This teen-slasher/ghost combo is set in a high school where the students are preparing for their centralized university exam. The ghost of a student who had committed suicide haunts the students and teachers. The movie is reminiscent of Bollywood horror films, bordering more on the thriller side of the genre. The film stands out with its good acting.

Araf (Purgatory): Inspired by Japanese horror movies, the film exploits the consequences of abortion when a woman decides not to have her baby from her married lover. Years later, the ghost of the baby comes to haunt her. Amateur directing, a sloppy script, bad acting and even worse special effects are not enough to explain how terrible the movie is. The sexist and misogynist overtones of the protagonist’s punishment are really inexcusable.

D@bbe: Impressive special effects and makeup and the clever use of Islamic themes make this movie stand out – to a point. Jinns find a way through the Internet to communicate with the friends of a man who committed suicide. The suicide is connected to other ones throughout the world, giving the film an apocalyptic atmosphere. The film is a remake/rip-off of the American movie Pulse, which in turn was a remake of the Japanese film Kairo. The acting is subpar, to be generous.

Gen: Released to unnecessary hype, the movie is a slasher/thriller about a serial killer in a mental hospital with no connections to the outside world due to a storm. With undertones of Kubrick’s The Shining and Lars von Trier’s The Kingdom, the film nevertheless has more plot holes than a sieve. Cheesy dialogue and lazy scriptwriting make the movie a new classic among bad horror films.

Musallat (Haunted): Even though there’s a very close resemblance to the 2005 American film The Exorcism of Emily Rose, the movie manages to offer an original take on possession. More drama than horror, the film features a young couple whose life becomes miserable when the man becomes possessed by an evil spirit. The cinematography and special effects stand out.

Semum: Following his first attempt at horror with D@bbe, director Hasan Karacadağ shows improvement with impressive special effects, an eerie atmosphere and better characters in this story of a woman being possessed by a demon. This doesn’t excuse the fact that director’s second movie comes under scrutiny as a retread, once again. This time the film rips off a classic, The Exorcist.

Originally published in Hürriyet Daily News on 7 November 2009.

Related Posts with Thumbnails