Turkey and Greece unite on screen

The recent collaborations between Greek and Turkish filmmakers are an increasing interest on the part of Turkish moviegoers in cinema. This year’s edition of Documentarist, devotes a section to Greek - Turkish relations.
Celebrating its fifth year, Documentarist, Istanbul’s Documentary Days, is preparing to bring moviegoers face to face with the harsh realities of today (and yesterday) as seen through the eyes of nearly 100 filmmakers. This year’s festival, taking place between June 1-6, features a section devoted to Greece and the difficult times it has experienced in the last couple of years.

The section “Our Nextdoor Neighbor Greece” is the latest example in a string of collaborations between Turkey and Greece, as well as a growing interest in each other’s work both in film and TV. The sometimes-troubled relationship between the neighbors seems to have taken a friendly turn in the past couple of years, at least as seen through the camera.

In this year’s Documentarist, one can see examples from Greek cinema that shed a harsh light on the tough times of the recent past. Myrna Tsapa’s Katinoula of 2012 is a candid look at an elderly woman of Greek origin living in Egypt. Directors Chyrysa Tzelepi and Tania Hatzigeorgiou’s film, 25th Meridien, which took five years to complete, follows the lives of the few remaining Greek residents on the largest Turkish island in the Aegean, Gökçeada, or Imbros.

Click here for full article (Hürriyet Daily News)

Harry Potter'la yine yeniden

Yedi kitap ve sekiz filmle macerasını tamamladığını sandığımız Harry Potter, popüler kültüre bir türlü veda edemeyecek gibi gözüküyor. Yeni sesli ve elektronik kitaplar, J.K. Rowling’in heyecanla duyurduğu web sitesi Pottermore, ufukta beliren bir ansiklopedi ve ilk defa hayranlara açılan filmlerin çekildiği stüdyo, büyücüler ve cadılar dünyasında kazan hala kaynıyor diyor...
Harry Potter serisinin yedinci ve son kitabının piyasaya çıktığı 2007 yazı dünyanın dört bir köşesine dağılmış milyonlarca hayran için de buruk bir yazdı. On yıl önce tanıdığımız küçük büyücü ve cadıların tedirgin yetişkinlere dönüştüğü, masum maceraların epik bir savaşla noktalandığı, popüler kültürün bir kahramanına veda ettiği bir yaz.

İki yakasını bir araya getiremeyen yalnız bir anneyken 2000’lerin başında dünyanın en zengin kadınlarından birisi olan J.K. Rowling’in hayranlarıyla yaşadığı ilişkinin de karmaşıklaştığı bir dönemdi son kitabın piyasaya çıktığı yaz. Harry Potter’ın yaşayıp yaşamayacağına emin olamayan hayranlar dünya çapında başlattıkları Harry’yi Kurtar kampanyasıyla sevgili kahramanlarının popüler kültür mezarlığına gitmemesi için ellerinden geleni yaptılar.

Rowling de güvenli yolu seçti ve Harry Potter ve Ölüm Yadigarları’nın son bölümünde serinin saç ayağı Harry, Ron ve Hermione’nin büyümüş hallerini okuyuculara sundu. Bu edebi manevrayla gelecekte ne olursa olsun, Harry Potter ve arkadaşlarına bir şey olmayacağını garantiliyordu. Hayatının o döneminde büyücüler dünyasıyla artık işi kalmadığını düşünse de, aynı dünyaya yeniden atlama olasılığını baki tutuyordu. Hatta kahramanlarını çoluk çocuklu çekirdek ailelere dönüştürerek, yeni nesil büyücü ve cadılar için de açık bir kapı bırakmıştı Rowling.

Yazının devamı için tıklayın (Akşam Cumartesi)

Chatting with UK's Paralympic swimmer Rodgers

The UK’s Paralympic swimmer Susannah Rodgers talks about being a newcomer to international competitions, being selected for London 2012, her sporting idols, and Paralympics.
Susannah Rodgers is a Paralympic swimmer for the British team in the Olympic Games. She won five golds and one silver on her international debut at the 2011 IPC European Championships in Berlin and set two European records. She had also won bronze and silver at the 2011 British Championships. She is currently ranked third in the world for the 50m freestyle. The London-based swimmer is also working for the British Council. Here is an interview with Susannah Rodgers.

You are a relatively newcomer in the international competitions. When did you start swimming competitively?

I did do some swimming when I went to university when I was 21. I did training for a year and I competed. But I was doing a degree in Modern Languages, and as part of my degree I had to go and travel abroad for a year. So I stopped swimming. And it was only after I’d finished university that I got back to the swimming, and I got started competing again. And it went well and then it carried on from there.

Click here for full article (British Council Blog)

‘The Dictator’: When racist replaces racy

Once one of the best comedians in the world and a crusader fighting the ignorance, prejudice and vacuousness of political correctness, Sacha Baron Cohen has given in to Hollywood mechanics. ‘The Dictator’ is at best a mediocre comedy

When Borat Sagdiyev, Kazakhstan’s sixth best journalist and one of the many alteregos of British comedian Sacha Baron Cohen, led the unsuspecting American patrons of a Country West Club to sing along to Throw the Jew Down the Well on screen in 2006, it was time to revisit the boundaries of comedy, and realize that we actually live in a very controlled environment when it comes to humor.

Borat: Cultural Learnings of America for Make Benefit Glorious Nation of Kazakhstan was a mockumentary, a collection of pranks spread over a journey from New York to California. Borat and his producer traveled throughout the “U.S. and A,” to make a documentary on America or to find Pamela Anderson and make her Borat’s wife, whichever story you chose to follow.

The initial reaction to Cohen’s comedy was simple strain, before deciding whether to laugh or not. You had to laugh, because the pranks were funny, and the timing was spot on. And when you let yourself go, and started to feel comfortable laughing at all the misogynistic, anti-Semitic, homophobic and racist jokes, there was an unexpected sense of liberation. You could be a woman, Jewish or gay. It didn’t matter. In the hands of a masterful comedian who played on people’s ignorance and prejudice, political correctness crumbled into pieces.

Click here for full article (Hürriyet Daily News)

'Umutsuz Ev Kadınları'yla son kez

Evlenme, boşanma, aldatma, çoluk çocuk, sayısız cinayet ve birkaç doğal felaketle geçen sekiz yılın sonunda 'Desperate Housewives-Umutsuz Ev Kadınları' ekranlara veda ediyor. Wisteria Lane'in kadınlarını, televizyon ahiretinde 'Altın Kızlar'a ve 'Sex and the City' kadınlarına emanet ediyoruz.
Önümüzdeki Salı akşamı umutsuz ev kadınlarına veda etmeye hazır olun. Yasemin, Nermin ve Elif’e değil de, asıl ev kadınları Susan, Bree, Lynette ve Gabrielle’e. Sekiz yıl boyunca Wisteria Lane’i mesken edinen, ekranın orijinal umutsuz ev kadınları kirli çamaşırlarını bu hafta son kez izleyicilerle paylaşacaklar.

Lost’la beraber Amerikan ABC kanalını sekiz yıl önce karanlıktan gün ışığına çıkaran Desperate Housewives, iki bölümlük finaliyle Pazar akşamı Amerika’da, iki gün sonra da cnbc-e’de yolculuğunu tamamlamaya hazırlanıyor. Evlilik, boşanma, aldatma, çocuk, iş sorunları, mahalle kavgası arasına sayısını unuttuğumuz cinayet, birkaç tane doğal felaket sıkıştıran, hatta mahallenin ortasına uçak düşüren dizi, kabak tadı verme aşamasında sona eriyor.

Pembe dizi, dedektiflik ve ‘sitcom’ türlerinin bazen başarılı, bazen de acemi bir karışımı olan Desperate Housewives’ın bu kadar uzun süre tutunabilmesi, televizyon ve sinema izleyicisinin tanıdık bir yerlerine dokunmasında yatıyor. Amerikan sinemasının banliyö hayatının karanlık yanıyla ilgili takıntısı, televizyonun unutulmaz nevrotik kadınları (bkz. TV’nin ilk umutsuz evkadını Sue Ellen Ewing) ve kadın arkadaşlığı (bkz. Sex and the City ve Altın Kızlar), dizinin de sarsılması zor belkemiğini oluşturuyor.

Sekiz yıl içerisinde karakterlerini giderek derinleştiren Desperate Housewives’ın hikayeleri teklediği zamanlarda bile, kare ası dört kadınla düzlüğe çıkmayı başardığını unutmamak gerek. Wisteria Lane sakinleri belki televizyonda bir devrim yaratmadı ama Bree’nin gümüşlerini parlattığı, Lynette’in masada dans ettiği, Gabrielle’in çimleri biçtiği, Susan’ın çıplak vücudunu çalılarla kapladığı sahneleri unutmak kolay olmayacak.

Yazının devamı için tıklayın (Akşam Cumartesi)

Lucky Luke celebrated in Istanbul

Lucky Luke, the timeless Belgian comic depiction of a lonesome cowboy created by the team of Morris and Goscinny, will be celebrated in Istanbul with an extravaganza including an exhibition, a workshop and a panel
Comic books were a hovering presence in Turkey’s pop culture from the late 1950s until the 1980s, defining generations, their tastes and the boundaries of their imagination. It’s no surprise that kids who grew up with imaginary comic heroes dominating their childhood and adolescent lives are looking back on them now. While comic book culture went into a period of deep sleep with the increasing number of private TV channels and the emergence of videos and computers in the 1980s, the nostalgia has become unbearable for some kids, who have now grown up, whether they have become academics or artists, opened their own businesses or are working away in a job.

The lazy comic book readers of the past have become adults, reviving the cult of comic books in late 1990s through underground fanzines and secondhand booksellers. Now this has become an economy of its own, with old comic books published in new packages to suit expensive tastes, and collectors demanding insane amounts of money for old issues of comic books and the once-cheap memorabilia of childhood.

In this atmosphere, a comic book hero that was a big name for Turkish readers is getting the star treatment in Istanbul now. Belgian cartoonist Morris and writer René Goscinny’s timeless creation, the lonesome cowboy Lucky Luke (known as “Red Kit” to Turkish readers) is at the center of an extravaganza celebrating the history, art and fandom of the character.

Click here for full article (Hürriyet Daily News)

Hollywood’da gerçek kadın hikayeleri

Yapımcısı, yönetmeni ve kadın oyuncusuyla Hollywood, ödüle giden yeni bir formülü keşfetmiş durumda: 20. yüzyıla adını yazdıran kadınların biyografileri. Geçtiğimiz sene Michelle Williams’a Oscar adaylığı, Meryl Streep’e de 29 yıl sonra ikinci Oscar’ını getiren iki gerçek kadın hikayesiydi. Williams, Marilyn Monroe’yu; Streep ise, hala hayatta olan eski İngiltere başbakanı Margaret Thatcher’i canlandırdı. Hollywood kazanında yeni kadın biyografileri kaynamaya başladı bile. Sırada Elizabeth Taylor, Grace Kelly ve Nancy Reagan var.

Kızgın damdaki sarhoş
Lindsay Lohan, Elizabeth Taylor rolünde...
“İki dinamiti durmadan birbirine tokuşturup, sonra da patlamamalarını bekleyemezsiniz.” Elizabeth Taylor’la ikinci evliliğini bu sözlerle açıklayan Richard Burton, Hollywood’un en tutkulu ilişkilerinden birinin erkek tarafı olarak yeniden gündeme gelmek üzere. Mücevherleri, kocaları, bıkmadan izlediğimiz filmleri ve insanın içini eriten menekşe gözleriyle tarih yazan Elizabeth Taylor, ölümünden bir yıl sonra yeni çekilecek bir filme konu oluyor.

Taylor ve Burton’ın, Hollywood filmlerine yakışır iniş çıkışlı ilişkilerini anlatacak Liz and Dick filminde Taylor’ı canlandıracak isim ise Lindsay Lohan. Başı beladan kurtulmayan, geçtiğimiz ay bilmem kaçıncı cezasını morg temizleyerek geçiren Lohan’ın Hollywood’un kraliçelerinden birisini canlandıracak olması doğal olarak birçok insanın yüzünü buruşturmuş durumda.

İnsanın aklına haklı olarak bir soru geliyor. Hangi aklıselim çoğu insanın tipini sarhoş ya da polislerle haşır neşir (kimi durumda her ikisi de) paparazzi fotoğraflarından bildiği bu sorunlu yıldıza Elizabeth Taylor rolünü verir? Asıl soru ise, Lohan bu kadar sorunlu olmasaydı, sinemacılar tarafından disiplinsizliğiyle ipe çekilmeseydi, bu rolün ona verilmesine bu kadar şaşırır mıydık?

Bir kere, sabahlara kadar içki içmediği zamanlardaki duru güzelliği Taylor’ın gençliğini andırıyor. Sonra, sorunsuz zamanlarında Lohan’ın oyunculuğu seyirciyi hemen içine alan cinsten. Ünlü film eleştirmeni Roger Ebert’in Jodie Foster’ın Taksi Şoförü'ndeki oyunculuğuna benzeteceği kadar. Taylor’ın da, Lohan’ın da çocuk yıldız olarak ünlü olduklarını ve herkesin gözü önünde yaşadıkları arızaların bir kısmının buna bağlı olduğunu da hatırlamak gerek. Hatta Taylor’ın, bir dönem Lohan’a hediyeler gönderdiği, ablalık yaptığını da.

Son karar: Lohan, büyük bir şans olarak gördüğü bu rolle yeniden dönüş yapabilir. Tüm bu olumsuz tepkiler kendisini biraz kamçılarsa, unutamayacağımız bir role bile dönüşebilir. Tabii sete sarhoş gitmezse ya da çekimler sırasında hapiste olmazsa.

Monako’da arka pencere
Nicole Kidman, Grace Kelly rolünde...
Marilyn ile Bir Hafta ve Zoraki Kral filmlerinden gördüğümüz üzere, tüm hayatı birkaç saate indirgemeye çalışan biyografiler yerine kısa bir dönemi anlatan filmler hem gişede iyi iş yapıyor, hem de ödüle doymuyor. Sırada Hollywood oyuncusuyken her şeyi bırakıp prenses olan Grace Kelly’nin politik cambazlıklarını anlatan Grace of Monaco var.

Arash Amel tarafından yazılan filmin senaryosu, LA Times gazetesinin geçen sene hazırladığı, Hollywood’un bir türlü çekilemeyen iyi senaryolarını sıralayan Kara Liste’de en başlardaydı. Liste uğurlu gelmiş olmalı ki, Grace of Monaco'nun çekimleri çok yakında başlıyor. Film, Monako’nun vergi cenneti konumu üzerine 1962 yılında Fransa Başkanı De Gaulle ve Monako Prensi Rainier arasında yaşanan gerginliği taze prensesin bakış açısıyla anlatacak.

Prenses Grace rolü için Hollywood’un kadın oyuncularının nasıl bir yarışa girdiklerini, başrolü kimin aldığının açıklanmasıyla da Gwyneth Paltrow’un kendini nasıl yogaya verdiğini tahmin edebiliyoruz. Prensesi canlandıracak oyuncu, bir başka gerçek karakteri, Saatler filminde yazar Virginia Woolf’u canlandırarak Oscar kazanmış Nicole Kidman. Filmin yönetmeni ise, Edith Piaf biyografisi Kaldırım Serçesi ile Marion Cotillard’a Oscar kazandıran ve bu Fransız oyuncuya Hollywood’un yolunu açan Olivier Dahan. Kidman’ı En İyi Kadın Oyuncu Oscar adayları arasında görmeye hazırlanabiliriz.

Son karar: Nicole Kidman, 2010 yılında Rabbit Hole filmiyle kazandığı Oscar’la gaza gelmiş durumda. Az duyulmuş yönetmenlerin filmlerinde birbirlerinden çok farklı, zorlayıcı karakterleri canlandırıyor. Grace Kelly rolünü başarıyla oynamak için kariyerinin en iyi döneminde.

Aerobik, vatkalar, seksenler
Jane Fonda, Nancy Reagan rolünde...
Bir Hollywood kraliçesi ya da Avrupa prensesi olmasa da, Amerikan First Lady’si Nancy Reagan’ın bir zamanlar lakabı Kraliçe Nancy’di. ‘Büyük düşün’ felsefesiyle şaşanın, gösterişin ve tüketimin yeni bir tanım kazandığı 1980’lere damgasını vuran Amerikan Başkanı Ronald Reagan’ın karısı Nancy, çekimleri yakında başlayacak bir filmdeki ana karakterlerden birisi olacak.

Sekiz Amerikan başkanının görev sürelerini kapsayan 34 yıl boyunca, Beyaz Saray’da kahya olarak çalışan Eugene Allen’ın hayatını anlatan ve Lee Daniels’ın yönettiği filmde Nancy Reagan’ı Jane Fonda canlandıracak. Bir 1980 klasiği olan aerobik kasetleri ve medya imparatoru Ted Turner’la 10 yıl süren evliliğiyle Reagan’la benzer bir yaşam tarzına sahip olduğu izlenimi verse de, Fonda’nın politik kimliği Reagan’ın 180 derece uzağında kalıyor.

Kızılderili, siyah ve kadın hakları için özellikle 1970’lerde sesini yükseltmesiyle, hala konuşulan Vietnam gezisi ve Vietnam karşıtı gösterilerin en önlerindeki ateşli konuşmalarıyla Jane Fonda için gerçek bir aktivist diyebiliriz. Reagan ise, 1940’lardan beri dokunulmayan Beyaz Saray’ı tamamen yenilemesi, yeni evine beş bin parça altın kaplamalı yemek seti alması ve pahalı giyim zevkiyle, Kraliçe lakabını Jackie Kennedy’nin elinden hakkıyla almış bir isim.

Politik olarak iki ayrı kutupta gözükseler de, bu iki kadını hassas bir şekilde bağlayan özel bir durum bulunuyor. Reagan da, Fonda da atlattıkları meme kanseri sonrası bu konuda duyarlılık yaratmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Geçmişteki yanlışlarını çok rahat kabullenen Fonda’nın eski First Lady’yle kadınlara özgü bir empati kuruyor olma olasılığı yüksek.

Son karar: Zamanında politik olmadığı gerekçesiyle önüne gelen birçok rolü reddeden Fonda, 14 yıllık bir aradan sonra geri döndüğü oyunculukta eskisi gibi seçici değil. Yakın zamandaki vasat rollerden sonra yeniden konuşulacağı bir rol bulmuş gibi. Film, Fonda’nın ikinci baharının doruk noktası olabilir.

Olimpiyatlar'da çocuk olmak vardı

Olimpiyat heyecanı çocuklar için bambaşka bir anlam ifade ediyor. Tüm Londra’ya yayılan Olimpiyat dükkanlarından yeni doğmuş bir çocuğa da, ilkokul öğrencisine de, içindeki çocuğu beslemek isteyen yetişkine de bir şeyler bulmak mümkün. Tabii bir de Londra 2012’nin kültürel boyutu var. Londra’da devam eden Beautiful Games sergisi hem çocuklara, hem de büyüklere hitap ediyor.
Bir sporcuyu başarılı yapan nedir? Yeni teknolojiler bizi nasıl daha güçlü ve daha hızlı yapar? Fair play’in hassas sınırları nerede biter? Bu ve bunun gibi bir dolu sorunun cevabını öğrenirken bir yandan da Olimpiyat tarihine iz bırakan ödülleri, giysileri ve teknoloji harikası spor aletlerini bir arada görme fırsatı yakaladığınızı düşünün.

Londra sokaklarında yürürken, Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’na günler kaldığını hatırlamamanız imkansız. Sporla ilginiz olsa da, olmasa da Olimpiyat heyecanının parçası olmak için herkese bir şeyler var Londra’da. Özellikle de çocuklara.Yedi yaşından 70 yaşına herkesi kısa bir süreliğine çocuk yapan Londra’nın Çocukluk Müzesi (Museum of Childhood), Olimpiyat Oyunları’nın tarihini ve spor teknolojilerini çocuklara ve çocukluğunu hatırlamaya müzeye gelen yetişkinlere eğlenceli bir şekilde gösteriyor.

Yazının devamı için tıklayın (British Council Blog)

Films tackle honor killings

‘Ateşin Düştüğü Yer’ (Where the Flame Falls) takes a father and his 17-year-old pregnant daughter on a road trip, where the father prepares to execute the unsuspecting daughter
According to numbers released by a rights organizations and compiled from the press, about one woman every day was killed by a family member, husband, ex-husband or partner in Turkey last year.

Government figures are even more drastic, suggesting murders of women have increased ten-fold in the last decade, from 66 in 2002 to around 1,000 each year over the last few years. Thousands are victims of the cultural and social oxymoron of “honor killings.”

Honor killings have always been a major problem in Turkey, especially in the rural areas of eastern and southeastern Turkey. Until quite recently, Turkish law tended to be lenient to honor killers, with many sentences reduced through claims of “provocation.” Thanks to women’s NGOs, devoted followers of the problem in the media, and the country’s quest to enter the European Union, honor killings were deemed a scarlet letter against Turkey, eventually leading to the introduction of a mandatory life sentence for those found guilty of the crime seven years ago.

Click here for full article (Hürriyet Daily News)

Shakespeare Fest to be celebrated in Turkish

The World Shakespeare Festival is remembering the English playwright through productions in 37 different languages. Stage and screen veteran Haluk Bilginer’s theater group will perform Antony and Cleopatra in Turkish

“Let Rome in Tiber melt, and the wide arch of the ranged empire fall!” So will Turkish stage and screen actor Haluk Bilginer cry on stage in London in late May.

These words by the Roman general Mark Antony in the Shakespeare tragedy Antony and Cleopatra will be uttered in Turkish as part of London’s six-week Globe to Globe event, which is staging plays by Shakespeare in 37 languages from Turkish and Swahili to sign language for the World Shakespeare Festival.

The World Shakespeare Festival, celebrating the bard and his work, will be part of the London 2012 Festival, a global extravaganza tying in with the upcoming Summer Olympics in London and celebrating culture through film, theater, music, fashion, visual arts and more.

The festival kicked off last week, coinciding with both Shakespeare’s birthday and the anniversary of his death. The plays in various languages will take place on the south bank of the River Thames at Shakespeare’s Globe, the replica of the original 17th century theater of the English playwright.

Click here for full article (Hürriyet Daily News)

Damien Hirst: revelations through shock tactics

Damien Hirst is the artist who single-handedly changed the contemporary art scene in Britain in the 1990s. He is the guy who preserved a shark for the sake of art, and who sliced a cow in two. Now, his most famous works appear in a retrospective at London’s Tate Modern
AFP Getty
 Whether you are an art aficionado with old-fashioned conceptions of art or are ready to be swept away by the shock value of contemporary art, it’s hard not be impressed with Damien Hirst. More specifically, it’s hard not to be impressed with the largest U.K. exhibition ever for the man who single-handedly changed the British contemporary art.

The sight of medicine cabinets neatly filled with pharmaceuticals, or the head of a cow with flies crawling all over it may not be your idea of art, but for evoking emotions and raising questions, Damien Hirst’s work would have to be at the top of a list of true works of art that leave an impact. That impact might wear out as soon as you leave the exhibition, but it’s definitely palpable when walking past dead and living butterflies, a shark suspended in formaldehyde.

With his first exhibition Freeze in 1988, Hirst leapt straight into the art scene, initiating a brand of contemporary art that would leave its mark on Britain in the 1990s. Known as the Young British Artists, YBA, or Britart, a generation of artists born in mid-1960s that included Hirst, along with others like Tracey Emin and Carl Freedman, revitalized visual art by incorporating shock elements in their work, using throwaway objects and showcasing their opposition to the system in unprecedented ways.

Click here for full article (Hürriyet Daily News)

Related Posts with Thumbnails