Hollywood büyük yazar ve şairlerden ne istiyor?

Şu sıralar sinemalarda gösterimdeki iki film, iki büyük edebi ismin son yıllarını anlatıyor: Tolstoy ve İngiliz Romantik şair Keats. Anna Karenina’yı okumadıysanız ya da Keats’in şiirlerine yabancıysanız, ‘The Last Station’ ve ‘Bright Star’ iyi birer seyirlik olabilir. Ama bu iki isim bir şekilde hayatınıza dokunduysa, büyüyü bozmamanız tavsiye olunur


Tolstoy’un ölmeden önceki son bir yılını anlatan The Last Station, belki de Tolstoy’dan çok, daha gündelik dertlerle boğuşan karısı Sofya’ya odaklandığı için ilgiyle izlenen bir film. Gene şu anda sinemalarda oynayan Bright Star, İngiliz edebiyatının son romantiklerinden olmasa da son Romantik şairi olan Keats’in Fanny Brawne’la yaşadığı aşkı anlatıyor. Filmi, iyi bir biyografiden çok iyi bir aşk filmi olarak izlemek daha hayırlı olur.

Hollywood’un gerçek yaşam hikayelerine bayıldığını, biyografik filmleri elinden geldiğince romantik ve dramatik bir hale dönüştürme eğilimli olduğunu çoktan biliyoruz. Kostümü, dekoru, sanat yönetimini, senfonik film müziğini ve de çeşit çeşit aksanı en iyisiyle yapan Hollywood için, hazır hayat hikayeleri bulunmaz nimet. Hele bir de, bu hayat hikayelerinde örselenmiş çocukluklar, tutkulu aşklar, bağımlılık ve biraz da delilik varsa, bekle beni Oscar.

Chaplin’den Bob Dylan’a, Gandhi’den Amelia Earhart’a tarihin tanıdık isimlerini beyazperdeye taşıyan Hollywood, arada sırada yazarların hayatlarına da el atmayı ihmal etmiyor. Yazarlar arasında, hatırı sayılır sayıda düzene uymayı reddeden, kendi arızalı varoluşlarını kalemleriyle (ya da bilgisayarlarıyla) dışa vuran, kafası çatlak isim çıktığı için de sinema için güzel malzeme oluşturuyorlar.

Genelde ise ortaya şöyle bir problem çıkıyor. Hemen hemen hiç bir büyük yazar ya da şair, yazdıkları kadar ilginç karakterler değil. Tolstoy’u başrolüne koyan hiç bir film, Tolstoy’un hayatının hiç bir dönemi, Anna Karenina’nın verdiği etkiyi veremiyor. İngiliz pop şarkıcılarını andıran saçları, pürüzsüz cildiyle yakışıklı bir Keats, güzel gözükse de, çağının ruhundan koparılmış yalnız bir ruh olarak ‘beyazperdeye nasıl düştüm ben?’ havasından kurtulamıyor. Sırılsıklam aşık şairin, “Keşke kelebek olsaydık ve üç yaz günü yaşasaydık,” sözleri eski bir kitabın sayfalarında durduğu gibi durmuyor.



Beyazperdede iyi biyografiye yorum mu gerekiyor?

Sinemadan sorumlu tarihi isimlerden Charlie Chaplin ya da eşcinsel hareketin tetikçilerinden Harvey Milk’in yaşamlarının büyük bir kısmı zaten topluma mal olan kimliklerinden oluştuğu için ilgiyle izlenen biyografik filmlerin baş kahramanları olabiliyorlar. Ya da Martin Scoresese’nin kimi zaman bir hayvanı hatırlatan boksör Jake La Motta biyografisi Raging Bull gibi, yönetmenin ve yazarın hikayesini anlattığı kişi hakkında düşünüp, hissettikleri de filme yansıyor ve ilham verici bir film ortaya çıkabiliyor.

İlham verici dediğimizde de aklımıza hemen yakın zamanda çekilen bir başka biyografik film, I’m not There geliyor. Bob Dylan’ın hayatından ve eserlerinden esinlenerek, serbest uçuşla altı oyuncunun oynadığı bu film, Bob Dylan’ın hayat hikayesini düz bir anlatımla aktarmak yerine, efsanevi müzisyenin hissettirdiklerini sıradışı bir şekilde sunmayı tercih ediyor.

Bob Dylan’ın müzikleri ve hayatının iç içe, masalsı bir dille beyazperdeye yansımasının benzer bir şekilde bir yazar için yapıldığını düşünün. Aslında yapılmıyor değil. İntiharla sürekli flört eden Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanının üç farklı dönemde yaşayan üç kadına etkisini anlatan The Hours, bir yazarın hayat hikayesinden yola çıkan en etkileyici filmlerden. Sonra, Raging Bull’un senaristi Paul Schrader’ın yönettiği Mishima: A Life in Four Chapters var. Film, Japon yazar Yukio Mishima’nın hayatının belirli bölümlerini siyah beyaz geri dönüşlerle anlatırken, bu sahnelere Mishima’nın romanlarından sahnelerin canlandırmalarını renkli görüntülerle serpiştiriyor.

Gene de bu iki film, Hollywood’da az bulunan örneklerden. Seksi ve sevimli Anne Hathaway’in Jane Austen’i (Becoming Jane) ya da ruhsuz Gwyneth Paltrow’un Sylvia Plath’i (Sylvia) oynamasından daha kötüsü Renee Zellweger’in İngiliz yazar Beatrix Potter’ı oynaması olur herhalde. Pardon, o da oldu (Miss Potter). Bizde çok fazla örneği görülmeyen yazar filmlerinden ise ilk aklımıza gelen Biket İlhan’ın Nazım Hikmet biyografisi Mavi Gözlü Dev. Yetkin Dikinciler’in abartısız ve heyecanlı oyunculuğuyla, edebi yaramız Hikmet’in Piraye ve Münevver arasında gidip gelmesi ve hapishane yıllarını anlatan film, bir çok Hollywood örneğinden daha düzgün ve daha tutkulu bir film. Gene de Sait Faik’i ve Mark Twain’i eskimiş sayfalarla hatırlamak daha cazip geliyor.

9 Mayıs 2010'da Akşam Pazar'da yayımlandı

0 yorum:

Related Posts with Thumbnails