Hollywood'da atları da korurlar

Amerika’dan üç ay sonra Türkiye’de de büyük gürültüyle başlayan, Dustin Hoffman’lı at yarışı dizisi ‘Luck’, çekimlerindeki at ölümleri sonrası kendi kaderini de çizmiş oldu. Dizi, Hollywood’da hayvan haklarının nasıl sıkı korunduğunu göstererek yayından kaldırıldı
Apranti, dedhit, maiden gibi kendi özel terminolojisiyle deli tutkunları olan at yarışları, çoğu zaman tutkunu olmayanlara da çekici gelen bir dünya. Atlarla iç içe yaşayan yetiştirici, jokey ya da vekillerin dışarıdan birine karmaşık gelen ilişkiler ağı, sıradan bir bahisten daha sofistike gözüken altılı ganyan ve küçük insanlarla heybetli atların içli dışlı olduğu bir dünya.

Geçtiğimiz hafta cnbc-e’de başlayan Amerikan dizisi Luck, at yarışlarının büyülü dünyasına şimdiye kadar görmediğimiz büyük bir heyecan ve ince bir anlatımla yaklaşıyor. Amerika’nın yenilikçi kablo kanalı HBO imzalı dizi, Dustin Hoffman, Nick Nolte ve Joan Allen gibi sinemanın büyük isimlerini bir araya getiriyor. Dizinin arkasındaki isim ise, Büyük Hesaplaşma (Heat) ve Köstebek (The Insider) gibi sağlam erkek filmlerinin yönetmen ve senaristi Michael Mann.

Geçtiğimiz Aralık ayında HBO’nun her yeni dizisi gibi Amerikan seyircisini hop oturtup hop kaldıran Luck, benzer bir heyecanı üç ay gecikmeli olarak Türkiye’de de başlatmış durumda. İz bırakan karakterleri, atların bakış açısını alışılmadık bir ustalıkla vermesi ve güçlü hikayesiyle Luck, önümüzdeki ayların en sıkı dizilerinden birisi olacak gibi gözüküyor... diye cümleye başlasak da, bültenlerde okumayacağımız asıl meseleyi söylemek gerekiyor.

Luck’a kaptırmaya eğiliminiz varsa (hatta ilk bölümden kaptırdıysanız), dizinin dokuz bölümden sonra devamının gelmeyeceğini şimdiden söyleyelim. Eğer atlara özel bir düşkünlüğünüz varsa, dizinin çekimlerde ölen üç attan sonra yayından kaldırıldığını da ayrıca bilmeniz iyi olabilir.

Bizde bir ileri bir geri ilerleyen hayvan hakları, Amerika’da biraz daha istikrarlı ve kontrollü bir şekilde ilerliyor. Bu da, “Bu filmde hiç bir hayvan zarar görmedi” ibaresinin öyle laf olsun diye jeneriğe eklenmediği, Amerika’da çekilen her film, dizi, reklam ve video klibi denetleyen bir kuruluş tarafından verildiği anlamına geliyor.

Yazının devamı için tıklayın (Akşam Cumartesi)

BBC documentary questions Turkish Army’s take on gays

‘Is it possible to prove one’s sexual orientation? And is it compatible with professional ethics for a military doctor to ‘diagnose’ someone as homosexual?’ asks Emre Azizlerli, producer and narrator of the BBC World Service’ documentary
“Young men are being seen off by their families to go and start their military service, which is compulsory for men in Turkey and is not taken lightly.” So begins The Pink Certificate, the BBC World Service’s recent hit radio documentary, which dissects the controversial procedures used to “diagnose” the homosexuality of gay potential conscripts and exempt them from military service: sending them home, instead, with the pink certificate.

The documentary was produced by the BBC’s Emre Azizlerli and Tim Mansel, and is narrated by Azizlerli himself, a Turkish journalist and producer, who came up with the idea for the documentary. He also researched it and arranged interviews with gay men who have been found exempt by the Turkish Army, and others who are waiting for the army to decide if they will be considered homosexual enough to qualify for exemption.

The Turkish Army refused to grant interviews or comments for the documentary, but the documentary also includes an interview with a retired general, as well as a psychiatrist who served in the army and whose duties included diagnosing homosexuality, now considered an outdated practice. “They are taking a huge step into manhood,” Azizlerli narrates, as families see their sons off to the military, and repeats a young man’s words of heated anticipation of the four years of military service ahead of him: “You cannot call a man a man until he goes to the army.”

Click here for full article (Hürriyet Daily News)

Titanic yolculuğunun 100. yılında yeniden batıyor

Döneminin en büyük gemisi Titanic’in okyanusun derinliklerine yolculuğunun 100. yıldönümü, James Cameron’ın 11 Oscarlı filminin üç boyutlu versiyonu, Türkiye’de gösterilecek belgeseller, yeni açılan bir müze, hatta gemiden canlı mesaj atan bir Twitter hesabıyla hatırlanıyor
Büyük gemi, büyük felaket. Durum böyle olunca felaketin 100. yıldönümü de büyük oluyor. Film, belgesel, dizi, sergi, müze, müzayede ve sosyal medya projeleriyle Titanic’in 1514 yolcusuyla okyanusun derinliklerine yolculuğunun 100. yılı, dünyanın en ünlü gemisine yakışır bir şekilde hatırlanıyor.

Tarih 15 Nisan 1912. Dünyanın en zengin insanlarıyla Amerikan rüyasından bir parça kapmak isteyen göçmenleri İngiltere’den New York’a taşıyan döneminin en büyük gemisi bir buzdağına çarpıyor ve iki buçuk saat içinde de sulara gömülüyor. Tarih 23 Mart 1998. Amerikalı yönetmen James Cameron’ın Titanic’in batışını zengin kız-fakir oğlan aşkıyla tatlandırdığı, sinema tarihini değiştirecek filmi rekor 14 Oscar adaylığından En İyi Film dahil 11’ini kazanıyor.

Kadınlar Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı serseri Jack ve Kate Winslet’e Oscar adaylığı getiren mutsuz Rose arasındaki hüzünlü aşk hikayesine, erkekler koskocaman geminin korkunç bir şekilde ikiye ayrılmasıyla tamamlanan özel efektlere ayılıp bayılıyor. Titanic, gene James Cameron’ın Avatar’ı 12 yıl sonra rekoru kapana kadar dünyanın en çok hasılat yapan filmi oluyor.

Cameron, saplantılı bir ilişkisi olduğu filmi Titanic’i, geminin batışının 100. yıldönümünde allıyor pulluyor ve bir kez daha izleyici önüne sunuyor. Dünyayla aynı anda Türkiye’de de bu hafta gösterime giren filmin isminin sonunda küçük bir uzantı var, Titanic 3D. Bir yıldan uzun bir süre yapımı süren, 18 milyon dolara mal olan bu üç boyutlu versiyonundaki tek değişiklik filmin sonlarına doğru izleyeceğimiz bir sahnedeki yıldızların görünümü. Bir astrofizikçinin yıllar süren tacizlerine dayanamayan Cameron, sahnedeki gökyüzünü yıldızların 15 Nisan 1912’de olması gereken görünümüyle değiştiriyor.

Yazının devamı için tıklayın (Akşam Cumartesi)

Children in Turkish cinema: From exploitation to realism

It’s hard not to see a child actor in any number of recent Turkish films, with some of them responsible for single-handedly taking the film to box office success. It’s a far cry, however, from the days when children ruled Turkish cinema, and half the actors were no taller than a meter

Before the movie season comes to a halt in summer, studios are rushing to release as many films as possible, with just a couple of months left to keep the audience indoors. Every week, you will see as many as three Turkish films released. And every week, there is at least one where little voices are heard and little eyes peer from the screen.

Turkish cinema seems to have found the way to cast and coach child actors. And to good effect. There are some terrific little actors who, at times, single-handedly drive a film. Take, last week’s El Yazısı (One Day or Another), written and directed by Ali Vatansever. Among the three-story arc, one of them follows 8-year-old Ragıp’s quest to find the missing love letter he had written to the town’s pharmacist. In his innocent detective work, he is not alone. The little girl Sevgi, who seems to have a crush on Ragıp, helps him out.

In a darker story, we will get to watch a little girl in one of the leading roles in Ali Levent Üngör’s Mevsim Çiçek Açtı (Spring Blossoms) this week. The film tells the story of little Mevsim and her mother, living in Germany, as they are protected by the state against the abusive patriarch of the home. Later this month, we will watch yet another child actor in Caner Erzincan’s Mar, which tells the story of an old man, a teenager and a little boy’s quest to find love.

While there is obviously a boom of children in Turkish cinema, they are no newcomers to big screen. In fact, at one point in the history of Turkish cinema, half of the leading actors were 6- and 7-year olds, ready to allow filmmakers to exploit their innocence.

Click here for full article (Hürriyet Daily News)

Ayna ayna söyle bana! Hangi film iş yapar?

Geçen sonbahar başlayan bir dizi, bu hafta gösterime giren bir film ve sırasını bekleyen üç filmle, Pamuk Prenses, Kötü Kraliçe ve Yedi Cüceler popüler kültüre hızlı bir dönüş yapıyorlar. Bu sefer, Pamuk Prenses’ler daha güçlü, Kraliçeler daha etkileyici, Prensler ise ortada pek görünmüyor

Ayna ayna söyle bana! Pamuk Prensesler’den hangisinin teni daha beyaz ve pürüzsüz? Peki, kötü kraliçelerden hangisi daha kötü? Ayna ayna söyle bana! Neden beyazperdede (ve ekranlarda) bu kadar çok Pamuk Prenses görmeye başladık?

Geçen sonbahar, masal kahramanlarını bir Amerikan kasabasına yerleştiren Once Upon A Time dizisiyle Pamuk Prenses’in günümüze uyarlanmış bir versiyonuyla tanıştık. Bembeyaz teni ve hüzünlü bakışlarıyla, ilkokul öğretmeni olmanın ve hastanede gönüllü çalışmanın hayatına bir anlam getirdiğine kendini inandıran ama seyirciyi inandıramayan bir Pamuk Prenses.

Pamuk Prenses’in (ya da günümüzdeki adıyla Mary Margaret’in) boş zamanlarında komadaki yakışıklı bir adama kitap okumasını biraz da acınası bulduk tabii. Dizide Pamuk Prenses’in üvey annesi ise Ginnifer Goodwin’in canlandırdığı Storybrooke kasabasının acımasız valisi Regina olarak karşımıza çıktı.

Bu uyarlamada en büyük sürpriz ise Pamuk Prenses’in kızı Emma Swan (Jennifer Morrison) oldu. Defalarca dinlediğimiz masaldan alıştığımız ruh hastası Kraliçe ve aciz Pamuk Prenses’ten sonra bu üçüncü nesil kadın, hayatın anlamını erkeklerde ve diğer kadınların düşüşünde aramayan, kendi ayaklarının üzerinde durabilen, sert olmaktan da seksi olmaktan da korkmayan hakiki bir feministti.

Şimdi sırada yeni bir Pamuk Prenses, yeni bir Kötü Kraliçe var. Haziran’da bir başka kombinasyon. Daha sonra, gösterime bile girmeden DVD satışına çıkacak bir başkası. Gelecek seneye de, Pamuk Prenses’in sinema yolculuğuna 80 yıl önce start veren Disney’den bir başka uyarlama.

Yazının devamı için tıklayın (Akşam Cumartesi)

Human rights films becoming an integral part of cinema

Using cinema for political propaganda has always been a given. Now, it’s taking the coveted role of the human rights advocate. More and more films are shedding light on human rights violations around the world, reaching more audiences.
Moving images might be the single most powerful tool for propaganda, and it has been that way since the appropriation of cinema as a form of mass entertainment in the last century. Early Soviet cinema, the German and British cinemas of World War II, and, well, Hollywood cinema are just some that have used film for the blatant promotion of ideologies and political propaganda.

If cinema has served as a powerful tool to impress masses by disseminating messages to promote dominant ideologies, it has worked the other way as well. The violation of human rights, wars, repression, oppression and censorship have also found their way into movie theaters, not from the point of view of those responsible, but from the oppressed.

Not until very long ago, films addressing human rights issues reached only small numbers of people, mostly those who were already aware of the issues. That all seems to be changing now. Film has become a widespread medium to inform, inspire and influence audiences around the globe on struggles small and grand, ongoing and historical.

Click here for full article (Hürriyet Daily News)

‘Bir sonraki Lost’ nerede kaldı?

Altı sene boyunca dünyanın her yerinden izleyiciye, “Ada neyin nesi?” dedirten ‘Lost’un veda etmesinden bir buçuk sene sonra yaratıcı ekip yeni dizilerle ekranlarda yerlerini almaya başladı. ‘Bir sonraki Lost’un formülü var mı? Ve neden o formülü yakalamak bu kadar zor?

Dünyadaki herkes aynı anda bilincini kaybediyor ve gözlerinin önüne bir buçuk yıl sonra ne yaptıkları geliyor. Elli yıl önce kaybolan bir grup insan teker teker dönmeye başlıyor, hem de hiç yaşlanmadan. Kahramanlarımız paralel evrenler arasında koştururuyor, bir grup kel kafalı esrarengiz adam da onları yakından izliyor. Tüm dünyayı altı sene boyunca ıssız bir adaya konuk eden Lost’un büyüsünü yakalama çabası dizinin ilk hayatımıza girdiği 2004 yılından, ama daha çok da sona erdiği 2010 yılından beri aynı heyecanla devam ediyor.

Kazazedeler, kutup ayısı, canavar, numaralarla haşır neşir olduğumuz altı sene, Lost izleyiciler için sürpriz bir popüler kültür fenomeniyken, televizyon kanalları için de altın yumurtlayan tavuk görevini gördü. “Biz bu heyecanı yeniden yakalarız,” diye hummalı bir “bir sonraki Lost” arayışına giren yapımcılar, yazarlar, televizyon programcıları ağzımıza bir parmak bal çalıp, çoğunlukla da sonrasında seyirciyi televizyonları karşısında acı bir tatla bıraktılar.

Lost’un en büyük başarısı bilim kurgu hayranından kafasını boşaltmak isteyen seyirciye, kadından erkeğe, gencinden yaşlısına inanılmaz genişlikte bir kitleye, “Ada neyin nesi?” sorusunu sordurtabilmesiydi. Peki ‘Lost’ nasıl böyle büyük bir başarı yakalamayı başardı? Öncelikle din, bilim, medeniyetin çöküşü gibi çağımızın büyük puntodaki endişelerini dizinin merkezine taşıyordu.

Sonra, izledikçe ödüllendiren katmanlı bir anlatımı vardı. Yapbozun parçaları her bölümde biraz daha birleşiyordu. Merak edilen bir gizemin arkasına giderek büyüyen bir mitoloji eklenmişti. Ada güzeldi, oğlanlar güzeldi, gıcık bir kız vardı, şişman bir adam vardı, adaya düşünce yeniden yürümeye başlayan bir adam vardı. Ve hepsinin de yüzleşmekte güçlük çektikleri karanlık geçmişleri vardı.


Lost ekibi bölünerek çoğalıyor

Peki bu Lost deliliğini yeniden yakalayabilmenin bir formülü var mıydı? Amerika’daki televizyon tanrıları olabileceğini düşündüler. Bizleri de FlashForward, The Event, Dollhouse gibi hayal kırıklıklarıyla baş başa bıraktılar. Bir de tabii adlarını bile hatırlamadığımız, televizyon mezarlığına erken gönderilen Surface, Invasion, Day Break gibi diziler var.

Bu yeni dizilerdeki en büyük taktik hatası, Lost’un değişen dünyadaki toplumsal anlamını ya da zengin karakter hikayelerini değil de, finalinde ortaya çıkan büyük gizemi yapılarına katmayı tercih etmeleri oldu. Bir dizinin ömrünün ne kadar süreceğinin izleyici sayısına göre belirlendiği, bir diziyi yayından kaldırmanın iki dudağın arasında olduğu bir düzende, bu büyük gizemler diziyi götüreceğine izleyiciyi tedirgin etmekten başka bir işe yaramadı. Olay örgülerini bağlamak zorlaşıp, karakterler silikleştikçe bu diziler de hayatımızdan yavaş yavaş uzaklaştılar.

Lost’un sona ermesinden sonra şimdi ise farklı bir durumla karşı karşıyayız. Yeteri kadar kafalarını dinlendiren Lost’un yaratıcıları, yapımcıları ve yazarları, teker teker yeni dizilerini popüler kültüre büyük bir heyecanla armağan ediyorlar. Bu dizilerin reklamlarındaki en büyük itici güç, tüm ekranı kaplayan “Lost’un yazarlarından” ya da “Lost’un yapımcılarından” yazıları.

İlk olarak, dört sene önce Lost’un beyni J. J. Abrams’dan Fringe geldi. Bu sene de arka arkaya Lost yazarlarından Elizabeth Sarnoff’la Hurley’yi canlandıran Jorge Garcia’yı bir araya getiren Alcatraz, Edward Kitsis ve Adam Horowitz’in masal diyarı fantezisi Once Upon A Time ve gene J. J. Abrams’ın Lost’u neredeyse tek başına götüren Michael Emerson’ı başrole koyduğu Person of Interest. Bir zamanlar The Sopranos’u yaratan ekibin ayrıldıktan sonra  Mad Men ve Boardwalk Empire’ı ortaya çıkardıklarını görüp, biraz umutlanabiliriz ama maalesef “bir sonraki Lost”u yaratma çabası şimdilik kafası karışık projeleri ekrana taşımaktan fazla da öteye gidemiyor.


Alcatraz

Hurley ceket giyiyor, yeni bir adaya taşınıyor.

Gizemli bir ada, adada arkasında ne olduğunu merak ettiğimiz bir kapı, Hurley ve de J.J. Abrams. Alcatraz’la Lost arasında görünürdeki benzerlikleri sıralamak, dizi hakkında sohbet zemini hazırlamak için ideal bir başlangıç. Bu seferki ada gerçek bir ada, adanın etrafındaki gizem ise seyirciyi anında içine çeken bir fantezi. San Francisco’daki Alcatraz Hapishanesi’nde elli yıl önce garip bir şeyler oluyor ve 1963 yılında 300’den fazla tutuklu ve gardiyan sırra kadem basıyorlar.

Günümüze geldiğimizde, tutukluların teker teker geri döndüklerini ve hapishaneye girme nedenleri olan suçların daha beterini işlemeye başladıklarını görüyoruz. Bu bilmeceye çare bulmaya çalışan üç kişi ise güzel ve mesafeli dedektif Rebecca Madsen (Sarah Jones), Lost’ta Hurley olarak tanıdığımız Jorge Garcia’nın canlandırdığı Alcatraz uzmanı Diego Soto ve Fringe’den fırlamış izlenimi yaratan, FBI ajanı Emerson Hauser (Sam Neill).

Neden Lost olamaz? Zaman yolculuğu, paralel evren, uzaylılar, vs. gibi devasa bir gizemin arkasına sığınan Alcatraz, temelinde sıradan bir polisiye dizi olduğunu gizlemeye çalışıyor. Televizyondaki onca CSI türevi dizilerden farkı ise, polisiye davaların incelikten uzak, kör göze parmak ilerlemesi. Dizi, tutuklular ve gardiyanlar üzerinde ilerlediği için de ağırlıklı erkek karakterlerle karşılaşıyoruz ve kadın karakterlerin eksikliği giderek bölümler ilerledikçe dizinin en büyük zayıf halkasına dönüşüyor.


Once Upon A Time

Evvel zaman içinde ‘Lost’ diye bir dizi vardı. Bu dizinin de yazarları vardı.

Edward Kitsis ve Adam Horowitz, yazar kadrosunda oldukları bir önceki dizileri Lost’un meşhur numarlarını oraya buraya atıyor, Lost’tan tanıdığımız gofret, viski, ne bulurlarsa yeni dizilerine ekliyorlar. Once Upon A Time, popüler masal kahramanlarını masal diyarlarından kaçırıp, Amerika’daki bir kasabaya yerleştiriyor. Pamuk Prenses, üvey annesi, cüceler, Kırmızı Başlıklı Kız ve (her ne kadar masal kahramanı olmasa da) Pinokyo, haberleri olmadıkları bir lanet sonrası zamanın durduğu Storybrooke kasabasının sakinlerine dönüşüyorlar.

Tüm bunların farkında olan küçük Henry (Jared S. Gilmore), biyolojik annesi Emma Swan’ı (Jennifer Morrison) kasabaya getiriyor. Emma’nın bilmediği ufak bir ayrıntı da, aslında Pamuk Prenses ve kocası Beyaz Atlı Prens’in çocuğu olduğu. Her bölümde başka bir masal kahramanını tanıyıp, masal diyarındaki hayatlarıyla Storybrooke’daki hayatlarını paralel olarak izleyip, büyük lanetin bozulmasına bir adım daha yaklaşıyoruz.

Neden Lost olamaz? Once Upon A Time, her ne kadar ilgi çekici karakterler sunsa da, tüm dünyanın yakından tanıdığı masal karakterlerine küçük oynamalar yapmaktan daha fazlasını yapamıyor. Klişe diyaloglar, kasık karakterler, görmeyi beklediğimiz büyülü dünyanın parıltısını giderek daha fazla söndürmeyi başarıyorlar. Once Upon A Time, yeni bir Lost yaratmak için birkaç numaradan daha fazlasının gerektiğini gösteriyor.


Person of Interest

Benjamin Linus New York’a taşınıyor, Jack yerine bir adet John buluyor.

Bu aralar her popüler kültür taşının altında karşımıza çıkan J. J. Abrams, Person of Interest’te bir başka sevilen Lost oyuncusunu başrole taşıyor. Benjamin Linus olarak tanıdığımız Michael Emerson, fena halde insanları kurtarmaya kafayı takmış eksantrik zengin Harold Finch’i canlandırıyor. Zamanında Amerikan devleti için geliştirdiği sistemle olası terörist eylemleri ortaya çıkartan Finch, devletin önemsiz gördüğü ve müdahale etmediği suçlara odaklanıyor. Eski FBI ajanı John Reese’i (Jim Caviezel) yanına alan Finch, yeni ortağıyla New York’ta suçları işlenmeden önlemeye çalışıyor.

Karanlık atmosferiyle Amerika’nın 11 Eylül sonrası paranoyalarını başarılı bir şekilde yakalayan dizi, Fringe gibi daha küçük ama sadık bir seyirci kitlesini tutmayı hedefliyor. Dizinin en büyük kozu ise kimi zaman Lost’taki Benjamin-Jack ilişkisini hatırlatan, Finch ve Reese arasındaki elektrik.

Neden Lost olamaz? Bu soru, Person of Interest için biraz anlamsız kaçıyor. Çünkü, dizinin yeni bir Lost olmak gibi bir kaygısı bulunmuyor. Polisiye türüne yeni bir anlatım ve yeni bir bakış açısı getiren dizi, yapbozun parçalarını birleştirmek isteyen seyirciden çok haftalık dedektiflik dozunu almak isteyen seyirciyi hedefliyor.

24 Mart 2012 tarihinde Akşam Cumartesi'de yayımlandı.
Related Posts with Thumbnails