The Pacific: 2. Dünya Savaşı'nın en uzak cephesi

Büyük Okyanus’ta bir adada kendini bulan bir grup insan, uzaktan görünen siyah duman ve adanın gizemleriyle başa çıkmaya çalışırken, bir yandan da büyük bir savaşa hazırlanıyor. ‘Lost’tan söz etmiyoruz. Cnbc-e’de Pazar akşamları oynayan mini dizi ‘The Pacific,’ 2. Dünya Savaşı’nın Pasifik Okyanusu cephelerini üç askerin kişisel öyküsüyle anlatıyor


Magellan, kendi ismini taşıyan boğazı geçip de Büyük Okyanus’la karşılaştığında aniden yok olan fırtınalardan ve uçsuz bucaksız sakin bir denizden etkilenerek bu okyanusa Portekizce ‘sakin’ anlamına gelen ‘pacifico’ ismini yakıştırmış. Amerikan dizilerinin sıkı takipçileri, bilgisayarlarımızın ekran koruyucularından iyi tanıdığımız bu sakin suları işgal eden adalar için pek de aynı şeyi söyleyemiyorlar.

Altı yıldır toplu bilincimizi çorbaya çeviren Lost’un adası, dünyadaki karalardan daha büyük olan Pasifik Okyanusu’nun bir yerlerinde kafasına göre gezinip duruyor ve üzerinde yaşayanları terörize etmeye devam ediyor. Dizimax’ten cnbc-e’ye geçiş yaparsak, Amerika’yla beraber burada da gösterime giren bir başka dizi daha bu okyanustaki adaların nasıl birer cehenneme dönüşebileceğini gösteriyor.

Kosmos: A primal journey for the senses

Reha Erdem’s award-winning ‘Kosmos’ hits the screens, once again taking us on a journey devoid of a sense of time and place. In this bizarre fairy tale, a strange man drifts into a border town, disrupting the stoic and conservative existence of the town’s inhabitants

On the surface, no single film by director Reha Erdem seems to resemble one another. His latest movie is, likewise, a surprise for film enthusiasts.

But each detail in his filmography shows that all of his films, in some way, are complementary pieces or nods to one another. Recurring themes and motifs make more sense with each new movie, which makes watching the older ones a brand new experience.

After watching Erdem’s debut feature, A Ay (Look, the Moon) of 1998, and his 2006 coming-of-age drama, Beş Vakit (Winds and Times), recently, his last two films, Hayat Var (My Only Sunshine) and the most recent, Kosmos (Cosmos), make more sense. They now appear to be distinct films, with visual and narrative gems coming to the surface on their second viewing. And that, I guess, is the ultimate testament to the greatness of a director.

Beyazperdeye damgasını vuran kraliçeler

‘The Young Victoria,' Avrupa’nın büyükannesi, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın 18 yaşında tahta geçmeden hemen önceki yıllarını ve hükümdarlığının nasıl başladığını anlatıyor. Emily Blunt’ın canlandırdığı Victoria’yla beraber sinemanın unutulmaz kraliçelerine bakalım

Bir zamanlar bir kraliçeyi ya da bir fahişeyi oynamak, Oscar adaylığının da garantisiymiş. Gerçi şimdi de durum pek farklı diyemeyiz. Bette Davis’ten Angelina Jolie’ye birçok kadın oyuncu kostümünü giyip, bir kadın hükümdarı sinemada canlandırdı. Kimi Helen Mirren gibi dört ayrı kraliçeyi oynadı. Kimi Judi Dench gibi, altı dakikalık bir kraliçe rolüyle Oscar aldı. Bu hafta gösterime giren The Young Victoria, 60 yıldan uzun bir süre İngiltere Kraliçesi olan Victoria’nın eregenlik yıllarını ve kraliçeliğinin ilk zamanlarını anlatıyor. Kraliçe olmanın kabarık etekler giymekten çok daha fazlası olduğunu gösteren, sinema tarihinin iz bırakan kraliçelerine bakalım.


Elizabeth I

Hangi filmlerde gördük? ‘Elizabeth’ ve ‘Elizabeth: The Golden Age’

Kim oynadı: Cate Blanchett

25 yaşında tahta geçip, her türlü entrikayla başa çıkarak 45 yıl iktidarda kalan Bakire Kraliçe, sinemada Bette Davis’ten Glenda Jackson’a kadar birçok kez canlandırıldı. Cate Blanchett’a kadar tüm Elizabeth’ler ya acı çeken kadınlar ya da acımasız politikacılar olmuştu. Kızıl saçları, bembeyaz teniyle Blanchett, deneyimsiz ama öğrenmeye hazır, bakire ama cinsel dürtülerini törpüleme gereği duymayan ve her türlü zarafetiyle yenilmemeye kararlı bir kraliçe olarak sinema tarihine geçti. İktidarını bir erkekle paylaşmayı reddeden Elizabeth, Blanchett sayesinde oyunun kurallarını en ufak ayrıntısına kadar öğrenmiş, güçlü bir kraliçe olarak aklımızda kalacak.

Amerikan lisesinde hızlı zamanlar


En ufak ayrıntısına kadar bildiğimiz Amerikan lise hayatı, 1950’lerden beri Hollywood sinemasının en sevdiği mekanlardan biri. Futbolcu-inek çatışmaları, hayati amigo kız seçmeleri ve de mezuniyet balolarıyla lise filmlerine ve mezunlarına başarılar diliyoruz

Futbolcular ve futbolcu olmayan herkes, amigo kız seçmeleri, dolaplara iliştirilen notlar, sevimsizlikle terbiyesizlik sınırında dolaşan şakalar, kafeteryada oturacak bir yer bulmak için çekilen eziyetler, okul sonrası ceza nöbetleri, ilk aşkla patlayan hormonlar ve de her şeyi taçlandıran okul balosu. Geniş koridorlarından bıkkın öğrencilerin yayılarak oturduğu sıralarına Amerikan lisesi, çoğumuz için kötü bir rüyaya tekabül eden kendi lise günlerimizden daha tanıdık geliyor.

Hollywood’un ve televizyonun bitmeyen, dahası sürekli yeniden beslenen ilgisi sayesinde Amerikan lisesi tüm dünyanın toplu bilincinde köşebaşındaki bir yer gibi. Film zevkiniz ya da Hollywood sinemasına yaklaşımınız nasıl olursa olsun, lise filmleri türlerüstü bir gizli zevk kaynağı olmaktan şaşmıyor.

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

'The Young Victoria': Emily Blunt fills in the missing queen


If there was one aspect conspicuously missing from a string of films on the British monarchy, it was the early years of Queen Victoria. In The Young Victoria, Emily Blunt plays a blossoming woman who ascends to the throne at the age of 18.

The movie begins with an overview of the historical context narrated in captions and a montage of little Victoria growing up. This, at first, gives the impression that we are about to watch a period drama playing out as a concise history of the British monarchy and Europe in the 19th century.

The first five minutes of The Young Victoria proves to be a poor choice to kick off a movie that focuses on a romanticized story of a young woman as she comes to grip with the arduous job ahead of her. The film seems more like a coming-of-age story, spiced up with untainted romance in a historical context, rather than a packed biography of a historical figure.

Golden Bear winner 'Honey' concludes the trilogy

Following the award-winning ‘Yumurta’ (Egg) and ‘Süt’ (Milk), Kaplanoğlu’s cinematic shopping list concludes with ‘Bal’ (Honey). The Golden Bear winner in the recent Berlin Film Festival is the final film in Yusuf’s trilogy. First in chronological order, ‘Bal’ takes us to Yusuf’s childhood and his traumatic relationship with his father


Semih Kaplanoğlu has been easing his way into Turkey’s popular consciousness over the last decade. He’s now become a revered name, the proud winner of the Golden Bear at the recent Berlin International Film Festival. His first two feature films, Herkes Kendi Evinde (Away from Home) of 2001 and second film Meleğin Düşüşü (Angel’s Fall) of 2005 had won him various awards here and abroad.

However, it was his last three films, making Yusuf’s trilogy, that put him on the radar for many movie buffs in Turkey. The bizarre name of the first one, Yumurta (Egg), raised our interest. Then, we learned that the subsequent two films in the trilogy would make up a shopping list, Süt (Milk) and Bal (Honey).

Lost: Hayal kırıklığına hazırlansak iyi olur


Lost’un final bölümüne bir buçuk ay kaldı. Altı yıldır kafamızı meşgul eden soruların cevaplarına hala ulaşamadık. Kalan yedi bölüm de, pek fazla umut vad etmiyor. Her şeyi başından beri planlamıştık diye sürekli güven tazeleyen yaratıcı ekibin pek de ayrıntı düşünmediklerini ancak fark edebiliyoruz. Jacob diziye girdiğinden beri mertlik gitti. Peki yazarlar ilk başlarda şu anda izlediklerimizin ne kadarını planlamışlardı?

Charles Widmore’un odasındaki tabloları Claire’in eski sevgilisi yapmıştı’ ya da ‘Ansızın duyulan fısıltılar kötü bir şeyin habercisi olurken bunu duyan kişler günahlarından arınmamıştı’ gibi abuk sabuk Lost ayrıntılarına kafa yoran, beş yıldır gelmiş geçmiş en karmaşık televizyon dizisine yatırım yapmış hayranları kötü bir sürpriz bekliyor gibi gözüküyor.

Lost’un kendisi kadar karmaşık izleyici kitlesinin, altı yıllık ıssız ada yolculuğunu tamamlamalarına altı hafta kaldı. 23 Mayıs gecesi Lost’un final bölümü ‘The End’ Amerika’da, bir ihtimal de canlı olarak burada yayınlanacak. Sadece yedi bölüm kaldı ve kendini kaptırmamamayı başarmış izleyiciler Lost’u heyecanla izlerken, fanatikleri biraz panik basmaya başladı. Toparlayabilecekler mi? Kafamızdaki onca soruya cevap verecekleri yerde, hala yeni gizemlerle neden kafamızı karıştıyorlar? Ve de en önemli soru, başından her şeyi planlamamışlar mıydı?

Kızım (ya da oğlum) olmadan asla


Hayatınızın bir döneminde ünlü bir oyuncu olma hayali kurmuşsunuzdur herhalde. Peki ya annenizle aynı filmde oynama fikri nasıl geliyor kulağa? Ya da babanızın yönettiği bir filmde oynamak? Biraz hayal sınırlarını zorluyor gibi gözükse de, sinema tarihi anne ya da babasıyla aynı filmde çalışmış oyuncularla dolu. Sinemayı aile işine dönüştüren, dışarıya oyuncu vermeyen ünlü anne babaları ve de çocuklarını hatırlayalım.

Laura Dern, Diane Ladd

Titrek sesli Dern ve annesi iki filmde beraber oynadılar: Rambling Rose ve Wild At Heart. Her iki filmde de anne kızı oynayan ikili, Rambling Rose filmindeki rolleriyle de Oscar’a aday olarak, bir ilke imza attılar. Laura Dern, filmdeki masturbasyon sahnesinde annesinin sette olmamasını istemiş.


Gwyneth ve Bruce Paltrow, Blythe Danner

Babasının yönetmenlik yaptığı karaoke filmi Duets’te oynadıktan bir süre sonra babasını kaybeden Gwyneth Paltrow, kısa süre sonra genç yaşta intihar eden Amerikalı şair Sylvia Plath’i canlandırdığı Slyvia filminin çekimlerine başladı. Bu filmde de, Sylvia’nın annesini Paltrow’un gerçek hayatta annesi olan Blythe Danner oynadı.

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

Türk sinemasının çocukları: Size baba diyebilir miyim?


1970’lerde porno filmlerin Türk sinemasının ırzına geçtiği dönemden hemen öncesinde, Yeşilçam bir başka sömürüye imza atar ve çocuk oyuncular yetişkinlerle aynı sayıya ulaşır. Ayşecik’in başı çektiği bücür karakterler, boyutları küçük olsa da bilgelikte sınır tanımazlar. Türk sinemasının büyümüş de küçülmüş hayat yorgunlarını hatırlayalım

Ufacık vücutlarına yakışmayan kocaman sözleri, çipil gözleri, acı dolu hikayeleriyle çocukların sinema tarihimizde hatırı sayılır bir yeri var. Yarım yüzyıldır beyazperdeyi işgal eden altı, yedi yaşlarındaki bu küçük oyuncuların bir dönem başrol oyuncularının yarısını oluşturduğunu biliyor musunuz? Tabii bu sözünü ettiğimiz Türkiye’de olunca, durum çocuk işçiliğine ve çocuk masumiyetinin arsız sömürüsüne dönüşüyor.

Agah Özgüç’e göre sinemamızın ilk çocuk oyuncusu, 1934 yılında Bataklı Damın Kızı Aysel’de rol alıyor. 1950’lerde ise, içine çocuk eklenen melodramların ağlatma katsayısının tavana vurduğu keşfediliyor. Bu dönem beyazperdedeki çocukların kimi aileleri tarafından terk ediliyor, kimi evlilik dışı doğdukları için mahallenin çocukları tarafından ‘piç’ damgası yiyor ve hemen hepsi küçücük hayatlarına inanılmaz trajediler sığdırıyorlar. O dönemde çevrilen birkaç filmin adı durumun vahametini gösterir herhalde: Bırakılan Çocuk, Evlat Acısı, Yetim Yavrular, Evlat Hasreti, Bir Yavrunun Gözyaşları.

Yazının devamı sulugreyfurt'ta

TV'nin kötü kadınları


Eski televizyon dizilerinin kötü kadınları hakikaten de kötü kadınlardı. Şimdinin gerçekçi karakterlerinde kötü iyiyle karışmış, televizyon dizileri erdemli sürtükler, sağduyulu yalancılarla dolmuş durumda. Hanedan’ın kötülükte sınır tanımayan Alexis Carrington’ını ya da Şeker Kız Candy’nin zaten ızdırap dolu hayatını iyice beter hale çeviren Eliza’sını mumla arıyoruz. Televizyonun iyiden kötüye kayan, iyiyle kötü arasında gidip gelen ve de harbi kötü kadınlarından birkaçına bakalım.


Yazının devamı sulugreyfurt'ta

Heath Ledger, 1979-2008


Hollywood kurallarına uymayı reddeden, farklı türlerde oynamaktan korkmayan, önümüzdeki yaz Batman’in en büyük düşmanı Joker olarak seyredeceğimiz Heath Ledger, geçtiğimiz Salı günü New York’taki evinde ölü bulundu. Kendisini ‘Brokeback Dağı’ ve ‘Candy’ filmlerindeki dibe çökmüş aşık rolleriyle hatırlayacağız

Yeni açıklanan Oscar adayları, Sundance Film Festivali ve hala devam eden yazarlar grevinin ortasında Hollywood’la ilgili tüm konuşulanları susturan haber geçtiğimiz Çarşamba sabahı geldi. Heath Ledger’in zamansız ölüm haberi. Her genç insanın ölümü gibi şaşkınlık, şok ve insanın içini sıkan bir umutsuzlukla karşılanan Avusturalyalı aktörün ölüm haberi, kimisinin aklına 2 yaşındaki kızını, kimisine de Brokeback Mountain'daki Ennis Del Mar’ın filmin sonlarına doğru hayatının aşkına sarılarak ağladığı sahneyi hatırlattı.

22 Ocak
öğleden sonra, New York’taki evinde ölü bulunmasının haberi kulaktan kulağa dolaşırken, ilk tepki yanlış bir şey duyma duygusu oldu. Cep telefonuna gelen ‘Heath Ledger öldü’ mesajına, bir Hollywood yapımcısının cevabı şöyle oldu: ’Kariyeri mi?’ Kısa sürede bir basın açıklaması yapan ailesi, ölümünün intihar ya da uyuşturucu bağlantılı olmadığını vurgulamak için, Ledger’in ölümününün önündeki ‘zamansız’ sözcüğüne ‘kazayla’ sıfatını ekledi. Yakın zamanda ayrıldığı sevgilisi, kızı Matilda’nın annesi ve Brokeback Mountain’daki rol arkadaşı Michelle Williams ise ölüm haberini film çekimi için gittiği İsveç’te aldı.

Dr. Parnassus: Heath Ledger’ın hakiki son rolü

Heath Ledger’in son rolünü ‘The Black Knight'daki Joker sananlara yönetmen Terry Gilliam’dan geliyor: ‘Dr. Parnassus.’ Ledger’in ölümüyle bir süreliğine yarım kalan filmde aktörün rolünü Johnny Depp, Jude Law ve Colin Farrell paylaşıyorlar.


Yönetmen Terry Gilliam’ın son filmi The Imaginarium of Doctor Parnassus derli toplu ve sıcak bir film olduğunu düşünmek gerçekten şaşırtıcı. Şaşırtıcı, çünkü herhangi bir Gilliam filmi için ‘derli toplu’ ve ‘sıcak’ sözcüklerinin akla gelmesi alışkın olduğumuz bir şey değil. Hele bu film için, hiç değil.

Dr. Parnassus
, zamanında Brazil, Baron Munchausen’ın Maceraları ve bir dolu Monty Python’ filminden sorumlu, hayal gücünü delilik sınırına taşımaktan şaşmayan bir yönetmenin son filmi.


Yönetmen bu kadar deli olunca, hayranlar da o kadar sıkı oluyor. Gilliam’ın fantastik bir filmin çekimlerine başladığını duyan hayranlar, çekimlerin ilk haftalarından itibaren Dr. Parnassus hakkında konuşup yazmaya başlayıp, kısa süre içinde filmin en çok beklenenler arasında hızla yükselmesini sağladılar. Gilliam’ı bilen bilmeyen herkesin filmin adını duyması ise, başrol oyuncusu Heath Ledger’in filmin çekimlerinin ortasında ani ölümüyle oldu.

Özpetek’s cinema loosens with ‘Loose Cannons’

Turkish-Italian director Ferzan Özpetek takes a fresh detour from his distant cinema with stilted characters in his recent ‘Mine vaganti.’ A gay man’s coming out to his family takes us to a small Italian town, to a blood-related family as opposed to closely-knit friends, and Özpetek’s trademark dinner tables


While watching Turkish-Italian director Ferzan Özpetek’s latest hit Mine vaganti (Loose Cannons), I kept thinking of a quote by the avant-garde French poet and filmmaker Jean Cocteau: “Cinema is about beautiful women in beautiful dresses.” Replace ‘women’ with ‘people,’ and you’ll have the parade of beautiful characters, and the essence of Mine vaganti.

Of course, there’s much more to Özpetek’s latest film than beautiful characters. The characters (some of them not so beautiful, in fact) are created with love, passion, and compassion. A box office success and a favorite with movie critics, the film takes a refreshing detour from Özpetek’s often stilted and distant work in the last decade.

Turkish cinema breaks a sweat in 'Hamam'


For full review, click here

Hamam ya da Türk banyosu

Ferzan Özpetek’in Istanbul’a, hamama ve sinemaya girişi...

İtalyan-Türk ortak yapımı yönetmenimiz Ferzan Özpetek’in ilk filmi olma gibi önemli bir özelliği olan Hamam’ı, Türkiye’de ve dünyanın çeşitli yerlerinde iyi niyetli sinemaseverlerin Özpetek’i bağrına bastığı film olarak da hatırlayabiliriz. Istanbul’a, geleneklerimize ve arkadaşlık-cinsellik arasında dolaşan erkekler arası yakınlığa, hem Batı’dan hem de buradan bakan, iki tarafa da haksızlık etmemeye çalıştığı için kafası karışık bir film olan Hamam, bir yandan da Özpetek’in en samimi filmi olarak karşımıza çıkmıştı 10 yıl önce.

Doctor Parnassus: The Imaginarium of Terry Gilliam


There’s something unexpectedly coherent and pleasant about Terry Gilliam’s 'The Imaginarium of Doctor Parnassus.' And that’s quite surprising, given that “coherent” and “pleasant” are the last words that should come to mind when talking about a Gilliam film, and specifically this one.

Doctor Parnassus is the latest from the ever-eccentric Gilliam, one of the few directors who has consistently let his imagination run wild – with the Monty Python movies, Brazil, and The Adventures of Baron Munchausen just a few examples from his filmography.

When Gilliam started shooting Doctor Parnassus, it instantly became one of the most anticipated movies of the year, thanks largely to its avid promotion by fans who follow the director’s work religiously (and there are many out there). Moreover, when the lead actor Heath Ledger died in the middle of filming, Doctor Parnassus became another notch on Gilliam’s string of cursed films – the most notorious of which is The Man Who Killed Don Quixote, a movie in production hell for over a decade now.

Death in the time of celebrity


The easiest ticket to immortality for the modern celebrity seems to be an untimely death. Ask James Dean fans whether they care that he only starred in three feature films before his death. Or what Anna Nicole Smith was famous for, for that matter. Here are seven celebrities who died before their time, some reaching iconic status, some serving as cautionary tales, and others becoming a source of fascination.

Anna Nicole Smith

Former Playmate of the Year, Smith attracted a lot of attention when she married the oil billionaire J. Howard Marshall, 63 years older than her. Smith was basically a white trash it-girl, famous for being famous. She was found dead in a hotel in Hollywood on Feb. 8, 2007 at the age of 39. The cause of her death is still undetermined, presumably a lethal combination of prescription drugs.

James Dean

Having died in a high-speed car accident on Sep. 30, 1955 at the age of 24, James Dean soon gained an iconic status, with only three feature films under his name. His troubled rebel persona in Rebel Without a Cause and the loner in East of Eden reinforced the image of an evocative, brooding actor.

Heath Ledger not there anymore

Last week the news that Australian actor Heath Ledger was found dead in his New York apartment, was immediately met with surprise, shock and a sense of despair. Soon his family stressed that their son's death wasn't suicide or drug-related


Last week was packed with action in Hollywood but the news that silenced everyone came Wednesday morning: Heath Ledger's untimely death.

The news of the young Australian actor's death was immediately met with surprise, shock and a sense of despair, reminding some of his two-year-old daughter and some of the scene where Ennis Del Mar breaks down, clenching at the love of his life in the last minutes of Brokeback Mountain.

The news that his dead body was found in his New York apartment on Jan. 22 brought a feeling of disbelief. To a text message coming to his mobile, “Heath Ledger is dead,” a studio executive answered, “His career?” Soon his family spoke out to the press, adding ''accidental'' in front of ''untimely passing,'' to stress that their son's death wasn't suicide or drug-related. His ex-girlfriend, mother of his daughter Matilda and his co-star in Brokeback Mountain, Michelle Williams, received the news in Sweden, where she was on location for a film.

Robotlar yaşadıkça

Romantik, kibar, sinsi, suikastçı, her türlü robotu sinemada gördük. Bu hafta gösterime giren ‘Ay’ filmiyle, sinemaya yeni bir robot daha merhaba diyor. Sinemanın unutulmaz robotlarını hatırlayalım

Bu hafta gösterime giren, David Bowie’nin oğlu Duncan Jones’un ilk yönetmenlik denemesi Moon'un tüm kadrosu ay üssünde bir görev için bulunan bir astronot ve bir robottan oluşuyor. Her zaman kibarlığını koruyan, ama bir yandan da geçmişte gördüğümüz kimi robottan dolayı bir türlü güven duyamadığımız robot Gerty’yi tanıtırken, sinemanın unutamadığımız robotlarına da bir göz gezdirelim.

Can yoldaşı robot: Gerty

Nerede gördük? Moon

Bilinmeyen bir gelecekte güneşten yeni bir enerji kaynağı elde edilmeye başlanır ve bu işlem ayın göremediğimiz yüzünde gerçekleşir. Bu operasyonu yöneten tek kişi üç yılını bir ay üssünde geçirir. Sam’in yalnız günlerinde tek arkadaşı, Kevin Spacey’nin sesiyle konuşan robot Gerty olur. Gerty, arkadaşı/sahibinin yemeğini hazırlar, yaralarına merhem sürer, geyik muhabbeti yapar ve Sam hüzünlendiğinde metalik parmaklarını usulca omuzuna koyar. Sıcak ses tonunda her zaman bir mesafe hisedilen Gerty iyi gün dostu olduğunu fazlasıyla kanıtlar, ama kriz durumunda Sam’in yanında olacak mıdır?

WALL-E: Pixar çıtayı aştıkça aşıyor


İnanılmaz bir şekilde sessiz sinema, 1930’ların Hollywood romantik komedileri, naif Spielberg filmleri ve günümüz sinema duyarlılıklarını harmanlayan ‘WALL-E,' Pixar stüdyosunun animasyon çıtasını da bir yukarı aşamaya taşıyor

Artık animasyon sözcüğünü duyduğumuzda doğrudan aklımıza gelen kavramlar var: Çocuk, aile, oyuncak, tatil, bayram. Bu listeye sosyal eleştiri ya da dünyanın sonu gibi kavramların eklendiğini düşünebiliyor musunuz? Bir sanat eserini kalıplarla ve türlerle değerlendirdiğimiz bir dönemde, en son istediğimiz şey kafamızın karışması. Aksiyon, romantik komedi ya da Fransız yönetmen, ama lütfen bunların hepsi bir arada değil. Animasyon imparatorluğu Pixar’ın 9. filmi WALL-E, muhalif belgeselci Michael Moore’la yarışacak bir sosyal eleştiriye imza atmasına karşın, çoğu okuyacağınız eleştiri, “sevimli robot WALL-E’nin maceraları” merkezinde dolaşacaktır.

'Büşra' takes headscarf off Turkish cinema

Director Alper Çağlar adapts Bahadır Boysal's long-running cartoon about the headscarf-wearing anarchist heroine Büşra to the screen, in a brave but ultimately unsatisfying film about the doomed relationship between a conservative young woman, and a liberal journalist

Too much burden lies on the shoulders of Büşra, both the headscarf-wearing heroine and the film of the same name. Director Alper Çağlar’s debut feature, controversial by the very nature of its protagonists in love, had to seek to please conservatives, liberals, film enthusiasts and fans of the original cartoon character on which the movie was based.

Despite tackling a delicate social matter, Büşra is, at its core, a tragic love story, offering a Romeo and Juliet, Kate and Leo or Bella and Edward for Turkey’s young masses. So, basically, they should be the final judges of the movie’s success. But there is a slight problem here: The film is quite confused about its target demographic. While younger audiences will relate to some of the characters, their botched depictions will probably make it hard for the movie to resonate as a love story in the long run.

Ajda: Sana oranj çok yakışıyor


Batılı olmanın ve Türkiye’nin Batılı olma kompleksinin gerçek Superstar’ı Ajda hepimiz için söylüyor: ‘Kimler geldi kimle geçti, ben hala buradayım’


En büyük özlemimiz ve de kompleksimiz olan Batılı olma durumunun asıl sembolünden, Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa ömrünün yarısından çoğuna damgasını vurmuş en hakiki Batılı’mızdan, Ajda’dan söz etmezsek ayıp olur. Ajda, daha yerini yurdunu bulmaya çalıştığı körpe dönemlerinden itibaren Batılı olmanın önemini kavrıyor ve “Romanya asıllı” annesini kullanarak köklerini Avrupa’ya bağlıyor. Superstar’ın sıkı sıkı sarıldığı ilk toplumsal kimliği “kültürlü ve Avrupalı genç kadın” oluyor.

Yazının devamı sulugreyfurt'ta
Related Posts with Thumbnails