It's Complicated: Off with ageism in romantic comedies

Director/writer Nancy Meyers once again puts an aging couple at the center of her romantic comedy, 'It's Comlplicated.' Meryl Streep and Alec Baldwin play a divorced couple who fall in love and lust after 10 years


If nothing else, kudos to writer/director Nancy Meyers for redefining a genre that was otherwise at the heart of ageism: the romantic comedy. She’s the one who coupled Mel Gibson and Helen Hunt in What Women Want and given a chance at newfound romance for Diane Keaton and Jack Nicholson in Something’s Gotta Give.

In It’s Complicated, Meyers pairs Meryl Streep and Alec Baldwin, and adds Steve Martin to the love triangle, making the young characters in the movie nearly irrelevant. Streep plays Jane, a divorced mother of three young adults. Having overcome her divorce 10 years ago and not too easily, she’s in a good place with children grown into pleasant personalities, reliable girlfriends at hand, and her own charming bakery becoming the ideal job for self-fulfillment.

Apparently, there’s something missing in her life when a New York trip for her son’s graduation turns into the blossoming of an affair with her ex-husband Adam (Baldwin). The sex in a New York hotel stirs something in both of them as the two embark on a sexual odyssey, defined by something unresolved for both of them. Adam is married to young, hot, but boring Agness (Lake Bell), while Jane is courted by her architect, the suave Jake (Martin).

Both Streep and Baldwin play characters they’re good at (although it would be unfair to say Streep is not good in any role). She plays the eye-drooping strong women who’s able to balance everything in her life, love, lust, zest for life, children, friends, job and even an ambitious refurbishment of her house. He plays the lusty, passionate lover with the Mediterranean charm, a man who’s not afraid to wear his heart on his sleeve.



Not much for supporting characters


The scenes of the two are charming, funny, often romantic and at times sexy. It’s when other characters enter the scene that the movie takes the worst of romantic comedies. The three children of the couple are annoyingly pleasant. In real life, they would be children to die for, but in a movie they become boring with no function of advancing the plot. When one of them proclaims she’s “damaged” from her parents’ divorce, it becomes hardly convincing when the family members constantly hug each other and declare their love as often as they can.

Jane’s girlfriends (including Tom Hanks’s wife, Rita Wilson, and Ali Wentworth) and their rants on sex become bad parodies of Sex and the City. Steve Martin, with his dove-eyed sensitive architect smitten with Jane, and John Krasinski’s (Jim from The Office: US) prospective son-in-law are the only supporting characters that breath life into the movie.


Director and writer Meyers doesn’t bring anything new with It’s Complicated, sometimes even becoming too predictable and repetitive. But with Merly Streep and Alec Baldwin as the aging couple in lust, the movie becomes the ideal charmer for cold nights.

Originally published in Hürriyet Daily News on 29 Jan. 10

Bye bye Holden Caulfield, bye bye teenage angst..

Yeni dizi: Julianna Margulies'den 'İyi Karı'

Geçtiğimiz hafta Altın Küre kazanan rolüyle Julianna Margulies, müşfik eş, kariyer kadını, soğukkanlı avukat, fedakar anne rollerini yeniden tanımlayarak, televizyon tarihine geçiyor

Evli çiftin kadın tarafına ‘karı’dan daha düzgün bir sözcük bulmaya gerek bile duymadığımız düşünülürse, bu role toplumsal olarak ne kadar değer verdiğimiz de ortada. 20 sene öncesi gibi dizi isimleri çevrilerek televizyonlarımızda gösterilseydi, Türkçe’si Müşfik Eş gibi yumuşatılacak ama doğrudan çevirisi İyi Karı olacak The Good Wife dizisi, ilk bölümünden Amerika’da da karıların işlerinin o kadar kolay olmadığını gösteriyor.

Eyalet savcısı Peter Florrick’in bir fahişeyle oynaşırken çekilen görüntüleri basına sızıyor, işin para yedirme boyutu da ortaya çıkınca Florrick bir basın toplantısıyla görevinden istifa ediyor. Bir politikacının istifa etmesi bize yabancı bir kavram olsa da, Amerika’da bir elinde karısı, diğerinde mikrofon istifa eden politikacı tiplemesi çok da ender rastlanan bir durum değil.

The Good Wife, Peter Florrick’in eline sıkı bir şekilde yapıştığı karısı yanında, bir basın toplantısıyla istifasını açıklamasıyla başlıyor. Birkaç saniye sonra adamın sözcükleri giderek geriden gelmeye başlıyor ve iyi çalışılmış cümlelerin yerine karısı Alicia’nın kalp atışlarını duymaya başlıyoruz. Normalde ağız sulandıran bir skandalın sonunda görmeye alışık olduğumuz bu durum, The Good Wife’ın başlangıcı oluyor.

Florrick hapishaneye gönderiliyor, Alicia ise geride kalan iki ergen çocuğuna bakabilmek ve alıştığı iyi hayatı devam ettirebilmek için eski işine dönüyor. Eski işi de, birkaç yıl önce bıraktığı mütevazı bir ek gelir getiren bir iş değil. 13 yıl ara verdiği avukatlık. Hukuk fakültesinden arkadaşı Will Gardner’ın (Josh Charles) ortaklardan biri olduğu sükseli bir avukatlık firmasında işe başlıyor. Alicia kendini her anlamda kurtlar sofrasında buluyor. Piyasa acımasız genç avukatlar, daha da acımasız ortaklar ve de kocasına diş bileyen yargıçlar, savcılarla kaynarken, Alicia tepetaklak kanunların içine atlıyor.


‘Aldatılan eş de olmam, kariyer de yapmam’

Dizinin, Türkiye’deki “Aldatılan bir eş hırslı bir kariyer kadınına dönüşürse” tanıtımına aldanırsanız, büyük bir hayal kırıklığı yaşayacağınızı şimdiden söyleyelim. The Good Wife’ın bu sezon yeni başlayan birçok diziden sıyrılmasının en büyük nedenlerinden birisi bildik bir konuda bildik kalıplardan köşe bucak kaçması. Alicia, kadını pasifleştiren, çaresiz gösteren “aldatılan eş” rolüne de girmeyi reddediyor, “hırslı bir kariyer kadını” rolüne de. Siyah-beyaz keskin tanımların olmadığı bir dünya içinde var olmayı ve bu dünyayı tereddüt etmeden savunmayı tercih ediyor Alicia.

Alicia Florrick başta olmak üzere, birbirinden renkli ve çok boyutlu karakterler The Good Wife’ı sürekli şaşırtan ve önyargıları çürüten bir diziye dönüştürüyor. Buradaki rolüyle geçen hafta En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre kazanan Julianna Margulies (ER’ın hemşire Carol’ı), sessiz mimikleri, yumuşak vücut dili ve keskin cevaplarıyla Alicia’yı televizyon tarihine geçecek bir karaktere dönüştürüyor. Hapishanedeki koca rolünde Chris Noth (Sex and the City’nin Mr Big’i) da benzer bir şekilde, oynadığı karakteri aşağılık kocadan bir adım öteye götürerek, hatalarının sorumluluğunu almaya hazır, karısına saygı duyan bir kocaya dönüştürüyor.

Alicia’nın sırtını kollayan gizemli avukat Kalinda, Alicia’nın rakibi olması gereken Maslak’ın genç MT’lerini hatırlatan Carey, firmanın diğer ortağı yanar döner Diane Lockhart (Gelecek sene Emmyler’de kendisinden de bir adaylık beklediğimiz Christine Baranski), çocuklara bakmak için eve taşınan kayınvalide ve iki çocuk, özenle yaratılmış, ilk dakikalardan itibaren daha çok tanımak istediğiniz karakterler olarak The Good Wife’da yerlerini alıyorlar.

Tony ve Ridley Scott kardeşlerin yapımcı oldukları dizi, bir yandan avukatlık dizisi denilen formata yepyeni bir bakış açısı getirirken, bir yandan da unutamayacağınız bir kadın karakteri televizyonlarınıza taşıyor.

24 Ocak 2010'da Akşam Pazar'da yayımlandı.

Woody Allen'la yeniden New York

Kimi zaman komik, kimi zaman karanlık Avrupa yolculuğuna ara veren Woody Allen, ‘Kim Kiminle Nerede?’ ile New York’a, evine dönüyor ve kim, kiminle, nerede oyununun rakipsiz ustası olduğunu bir kez daha hatırlatıyor

Woody Allen’ın inişli çıkışlı Avrupa yolculuğundan sıkılanlar için geliyor: Whatever Works. Allen, son filminde hastalık hastası nevrotik entelektüel tiplemesine, daha da önemlisi New York sokaklarına dönüş yapmış gibi gözüküyor. Ama unutmamak gerekiyor ki, asla geri dönüş diye bir şey yok. Whatever Works’ünn New York’u Woody Allen’ın 70’ler ve 80’lerde çevirdiği filmlerindeki New York’undan çok farklı bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Oyuncu Allen’ın sarsak ama sevimli entellektüel tiplemesi de, Curb Your Enthusiasm dizisinin yıldızı ve de Seinfeld’in yaratıcısı Larry David olarak daha kızgın ve daha az sevimli bir tipe dönüşüyor.

Tabii ki Woody Allen filmlerinin tanıdık ruhu yerli yerinde duruyor. David’in canlandırdığı fizik profesörü Boris Yellnikof’u kameraya dönüp, inanılmaz negatif bir hayat görüşünü izleyiciye kustuğu tiradla tanıyoruz. Geçmişinde başarısız bir evlilik ve başarısız bir intihar girişimi bulunan Boris için evrenin sunduğu her şey tam bir pislik çukuru, tüm insanlar da birer solucan, pigme ya da ahmak. Dünyaya karşı sonsuz nefretini paylaşabildiği birkaç entelektüel arkadaşı hariç. Hayatına hiç beklemediği bir anda kendini boğan ailesinden ve evinden kaçmış saf genç kız Melody (Evan Rachel Wood) giriyor.


Unutulmaz kadın karakterler listesine bir çentik

Neşeli, enerjisi yüksek ve de aksi profesörün söylediği herşeyi hayranlıkla dinleyen Melody’nin Boris’in evindeki birkaç günlük ziyareti giderek uzuyor ve bir şekilde ikisine de iyi gelen garip bir ilişkinin içinde buluyorlar kendilerini. Yaşlı erkek-genç kadın yakınlaşmasının Woody Allen’ın Soon-Yi Previn’le gerçek hayattaki ilişkisine bir gönderme, bir tür kendini temize çıkarma ya da dalga geçme olduğunu düşünürken film bambaşka bir yöne kayıyor. Patricia Clarkson’ın canlandırdığı Melody’nin annesi New York’a kızını aramaya geliyor. Tennessee Williams’ın oyunlarından fırlamış izlenimi yaratan bu kadın, New York’ta aşk, sanat ve şehvete olan tutkusunu keşfediyor. Böylece de Woody Allen’in hanesinde giderek çoğalan unutulmaz kadın karakterlere bir yenisi daha ekleniyor.

Whatever Works, yaşlı erkek-genç kadın ya da üç kişiden oluşan evlilik modeliyle ahlak polisliğinden kaçınarak, tarafsız bir şekilde bu ilişkilere dışarıdan bakmayı başarıyor. Woody Allen’ın, geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran modern ilişkilere bakış açısı burada da karşımıza çıkıyor: İlişkilerin uçucu doğası ve sonsuza kadar devam etmesini beklemeden, gittiği yere kadar keyfini çıkarmanın özgürleştiriciliği. Bu yaklaşım filme hakim olmaya başladığı noktada, Whatever Works Allen’ın en optimist filmlerinden biri oluyor. Film, olumsuz bir adamın baş karakter olduğu olumsuz bir film gibi başlayıp, umut dolu bir yolculuğa dönüşüyor.

16 Ocak 2010 tarihinde Akşam Cumartesi'de yayımlandı.

Almodovar returns with his trademark quirks

Spanish director Pedro Almodovar repeats his trademark movie tricks but returns this time with less passion. Nonetheless, his lead performer, dark-eyed Penelope Cruz, shines like a true movie star


Everything Pedro Almodovar fans love is in his latest film, Broken Embraces: a nod to Hollywood classics, an intense blend of melodrama and suspense, bright colors, celebration of the feminine in all shapes and forms, and its ultimate muse Penelope Cruz. With all this, you can’t help but feel the conscious effort and calculation by Almodovar to integrate all of these elements into the film.

In Broken Embraces (Los abrazos rotos), the Spanish director establishes his major characters with double identities – one in the present day and one 14 years ago – and tells the two mysteriously connected stories of the past and the present. We learn that the blind screenwriter Harry Caine (a mixture of Harry Lime of The Third Man and Citizen Kane, both played by Orson Welles) was once a director with a sight and a different name, Mateo Blanc (Lluis Homar); the keen producer Ray X was the nerdy gay son of a tycoon Ernesto Martel; and Lena was a former prostitute, Martel’s lover, and later on, an aspiring actress in love with the director of her one and only film.


Cruz shines like a star with Almodovar’s touch

Almodovar’s love for old-fashioned Hollywood melodrama and Hitchcockian suspense becomes the defining tone of the movie. His love of movies old and new manifests itself in the plot where we see two films within Broken Embraces. One is the hilarious Girls and Suitcases, the film Mateo directs Lena in homage to old Hollywood stars, while the other is a ‘making-of’ documentary Martel’s son unwittingly directs so that his father can spy on his girlfriend. The plot thickens when it’s revealed that the supporting characters Judit, Mateo’s long-time aide, and her son, Diego, have crucial roles in the unfolding of the drama, now and then.

When Almodovar stole the hearts of moviegoers everywhere three decades ago, he proved to be an auteur with his campy, melodramatic, gender-bending and passionate cinema that was absolutely unique. In Broken Embraces, however the passion seems to be gone, as it seems the director has detachedly included every item from a checklist on his own cinema in the film. In essence – and in a bizarre way – Almodovar has imitated his own cinema.

Despite this, there is one obvious item on which all can agree Almodovar’s passion still seems to be intact: his treatment of Penelope Cruz as a movie star. Whenever Cruz tries her craft in Hollywood, she becomes just another name among all the million-dollar actresses. But whenever Almodovar touches Cruz with his magic wand, she shines like a creature from another world, an eternal star.

Originally published in Hürriyet Daily News on 8 Jan. 2010

Aaahh mavilim, aşk yolum sahilim

‘Avatar’ın Na’vileri sinemada kullanılan yeni teknolojilerle beraber popüler kültürün rengini de değiştirdi. Mavi Na’viler bize pop kültürün unutulmayan ‘mavi’lerini hatırlattı

James Cameron, Avatar’la sinemanın tanımını sonsuza kadar değiştip, rekordan rekora koşarken, popüler kültürün pek popüler olmayan rengini de yeniden gündeme taşıdı. Titanic’le yakaladığı kendi hasılat rekorunu kırmaya niyetli Cameron’ın yarattığı Pandora gezegeninin sakinleri Na’viler endamları ve kuyruklarından çok ten renkleriyle dikkat çekiyor. Popüler kültüre damgasını vuran ünlü mavi’lere bakalım.


Mavi Muammer



Kieslowski’nin Mavi, Beyaz, Kırmızı üçlemesi varsa, Levent Kırca’nın da Muammer serisi var. 1980’lerin video furyasında çekilen bu absürt komedide çapkınlık yapan Muammer mavi boya dolu bir küvete düşer ve hayatını mavi renkte devam ettirmek zorunda kalır. Üçlemenin kırmızı ve beyaz Muammer’li versiyonları da var.


Günseli Kato


Aysel Gürel’in aramızdan ayrılmasıyla hafif çatlak, hayli yaratıcı kadın kontenjanında üst sıralara yükselen Günseli Kato, minyatür uzmanlığı ve garip performanslarından çok mavi saçlarıyla hafızalarımızda. Istanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti’ne kendisinden uçuk kaçık bir performans ve yeni bir saç rengi bekliyoruz.


Şirinler


Literatürümüze önce Mantar Cüceleri olarak giren Şirinler, Na’vilerin de ataları oluyor. Bu köy halkı, saçları olup olmadığına hala emin olamadığımız, üç elma boyutunda 100 sevimli mavi yaratıktan oluşuyor. Hepsi aynı yaşta olduğunu tahmin ettiğimiz Şirinler arasında ilgi düşkünü bir kadın ve de tüm zamanların en büyük lideri seçilen yaşlı Şirin Baba bulunuyor.


Kurabiye Canavarı


Onlarca kurabiyeyi bir lokmada tüketip, formunu korumayı başaran Susam Sokağı’nın gurme canavarı, Amerikalılar’ın abur cubur ve şişmanlık paranoyalarıya beraber geçtiğimiz yıllarda meyve ve sebze de yemeye başladı. İlk kurabiyesini yiyerek canavara dönüşmeden önceki isminin Sid olduğu tahmin ediliyor. Martha Stewart’la yakın arkadaş olan Kurabiye Canavarı’nı kendisine benzeyen mavi tüylü kuzeniyle karıştırmamak gerekiyor.


Doktor Manhattan


Çizgi roman dünyasının kült ismi Alan Moore’un Watchmen serisinin hakiki süper kahramanı Doktor Manhattan, film uyarlamasında mavi renkli olmasından çok çıplak dolaşmasıyla Türk izleyicisinin ilgisini çekmişti. Bütün zamanları aynı anda algılayan, tanrısal bir varlık olan Doktor’un, Lost’un Hurley’sini canlandıran Jorge Garcia’ya göre, ‘Pantalonu olmayan bir Şirin’den pek de farkı yok.’


İskeletor


Zaman içerisinde Türkçe’de ‘bir deri bir kemik’ anlamında kullanılmaya başlamış olsa da, He-man’in baş düşmanı İskeletor’un yalnızca kafası iskelet, vücudu ise mavi kas yığınıydı. Eternia’nın en büyük düşmanı İskeletor, mavi vücuduna sardığı mor kıyafetleri ve yorulmadan hayata geçirmeye çalıştığı kötülük planlarıyla çizgi dizinin de belkemiği oldu.

10 Ocak 2010'da Akşam Pazar'da yayımlandı.

Penelope Cruz'dan baba evine dönüş

Penelope Cruz’un muhteşem dönüşü devam ediyor. ‘Volver’ ve ‘Vicky Cristina Barcelona’yla özüne, tutkulu Akdenizli kadın tiplemesine geri dönen Cruz, Almodovar’ın son filmi ‘Kırık Kucaklaşmalar’la Hollywood’dan bir adım daha uzaklaşıyor

Penelope Cruz’u, ilk filmi 1992 yapımı Jamon, jamon’da izleyin, sonra bu hafta vizyona giren Kırık Kucaklaşmalar’da. Bu iki filmdeki tutkulu Akdenizli kadının, Nicolas Cage, Matt Damon ve Tom Cruise’la bir dizi vasat Hollywood filminde oynayan, parıltısı giderek sönen kadınla aynı kişi olduğuna inanmakta güçlük çekeceksiniz. Cruz’u dünyanın en çok tanınan kadınlarından birine dönüştüren 2000’ler, bir yandan da kırmızı halı görüntüleri ve ünlü aşklarıyla bu kadını tutkusunu dizginleyen, tek boyutlu bir Hollywood yıldızı olarak tanımlayan dönem olarak tarihe geçecek.

Penelope Cruz, Jamon, jamon’la dikkat çektikten sonra Latin sinemasının sıradışı rollerine soyunan önemli bir kadın oyuncu olarak yükselişe geçiyor. Yabancı Film Oscar’ı alan Belle Epoque’da oynuyor, Pedro Almodovar’ın Çıplak Ten (Carne Tremula) filminde sekiz dakikalık bir rolle hafızalara kazınıyor ve Alejandro Amenabar’ın kült psikolojik gerilim filmi Aç Gözünü (Abre los ojos) ile en azından uluslararası film trafiğini takip edenlerin bildiği bir isme dönüşüyor.

İspanyol yönetmen Pedro Almodovar, zamanında Antonio Banderas’a yaptığını Cruz’a da yapıyor ve sihirli dokunuşuyla Hollywood’un bu kadına farklı bir gözle bakmasını sağlıyor. Annem Hakkında Herşey (Todo sobre mi madre), Yabancı Film Oscar’ı alıyor ve Cruz, sihirli dokunuşun ölüm öpücüğü olacağını bilmeden kendini Hollywood’da buluyor.

2000’lerde, All the Pretty Horses, Captain Corelli’s Mandolin ve Vanilla Sky gibi bir sürü iddialı Hollywood yapımında rol alıyor. Johnny Depp’ten Cameron Diaz’a, Hollywood’un en büyükleriyle başrol paylaşıyor ve Tom Cruise, Matt Damon gibi ünlü aşklarla paparazzilerin bayıldığı kırmızı halı canavarına dönüşüyor.


Kırmızı halı canavarı Akdenizli kadına karşı

Dedikodu dergilerinde ne giydiğini merak ettiğimiz herhangi bir ünlüden biri olduğunu çok gecikmeden fark ediyor ve bir zamanlar Almodovar’ın seksi oyuncusuyken Hollywood yıldızının yaşlanan eşine dönüşen Banderas gibi olmamak için en doğru hareketi yapıyor ve baba evine, Pedro Almodovar’a geri dönüyor.

2006 yılının Volver’iyle, Hollywood’un yalnızca dramatik sahnelerde duygularını gösteren donuk, tercihen ince kadın tiplemesine veda ediyor ve protez kalçalarıyla Sophia Loren, Anna Magnani’yle özdeşleşen Akdenizli kadın tiplemesini yeniden kucaklıyor. Saçı başı dağınık, cilveli, işveli ve mütemadiyen tutkulu Raimunda tiplemesiyle, kendisini Hollywood filmleriyle tanımış olan izleyiciyi şok ediyor ve ilk Oscar adaylığını alıyor.

Kendini iyi hissetiği, özüne döndüğü duyguları sürekli ortada kadın tiplemesi devam ediyor ve Woody Allen’ın Vicky Cristina Barcelona filmindeki manik Maria Elena rolüyle geçtiğimiz sene Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanıyor. Ve bu hafta, Penelope Cruz bir kez daha bir Almodovar filmiyle, bir kez daha yeteneğini döktürdüğü ve bir kez daha seksi bir kadın olduğunu hatırlattığı Kırık Kucaklaşmalar’la (Los abrazos rotos) sinemalarda.


10 Ocak 2010'da Akşam Pazar'da yayımlandı.

Michelle Pfeiffer'ın gençliğe vedası

50 yaşını tamamlayan Pfeiffer’ın mesleğini yaşından dolayı bırakan bir fahişeyi canlandırdığı ‘Cheri,’ sadık Pfeiffer izleyicileri için de bir dönüm noktası oluşturuyor

Cheri’nin ilk 10 dakikasından filmin son karesine kadar, Michelle Pfeiffer’ı izlediğimiz her sahnede anlayamadığımız bir hüzün çöküyor üzerimize. 20. yüzyılın ilk yıllarının ihtişamla tanımlanan Belle Epoque döneminin Fransa’sında, kendine güvenle taşıdığı kabarık elbiseler ve şapkalarla girdiği her yeri aydınlatan Lea’nın 50 yaşında, mesleğini bırakmış bir fahişe olduğunu öğreniyoruz. Hala güzel, hala bakımlı olan Lea, hayatında yeni bir sayfa açarak, artık çalışmadan Altın Çağ’ın tadını çıkarmaya karar veriyor.

Zamanın daha acımasız davrandığı meslektaşı Madam Peloux’nun (Kathy Bates) isteğiyle, bu kadının 19 yaşındaki oğluna yaşam enerjisi verme ve hayatı öğretme gibi dinamiklerine pek hakim olmadığımız bir görevi kabul ediyor. Lea, tatlım, cicim gibi bir anlama gelen Cheri (Rupert Friend) olarak hitap ettiği bu genç adamı şehir yaşamından uzaktaki evine ve yatağına alıyor. Lea’nın yaşam deneyimi ve kontrolü, Cheri’nin gençliğiyle birleşiyor ve ikili kendilerini altı yıl devam edecek bir ilişkinin içinde buluyorlar.


Jessica Lange yaşlandı, sıradaki?

Toplum kuralları bir şekilde Lea ve Cheri’nin ilişkilerinin sonunun gelmesi gerektiğini söylüyor. Gerçekte ise, iki ayrı yaş dönümünün getirdiği çatışma birbirlerini seven çifti uzaklaştırıyor. Cheri temelde, güzelliğiyle para kazanmış, varoluşunu gençliğiyle tanımlamış bir kadının tüm bunlara gururla ve olabilecek en az duygusal hasarla veda etmeye çalışma çabalarını anlatıyor.

Filmin ikinci yarısında, içindeki duygusal fırtınaları mükemmel bir şekilde maskeleyebilen Lea’nın yaşadıklarına hüzünleniyormuşuz gibi gözükse de içten içe başka bir şeyin bizi sarstığını fark ediyoruz. Lea gençliğine veda ederken, sadık Michelle Pfeiffer izleyicileri olarak, 1980’lerden beri beyazperdede izlediğimiz bu güzel oyuncunun da gençliğine veda ettiğini fark ediyoruz.

Harrison Ford’u 60 yaşında Indiana Jones yapmaya devam eden, ama benzer yaklaşımı 40 yaş üstü kadın oyunculardan esirgeyen Hollywood’da 50 yaşını tamamlayan Pfeiffer’ın da yeni bir döneme girdiğinin haberini veriyor Cheri. Colette’in iki romanından uyarlanan bu filmin çevrilebilmesi için yıllardır uğraşan Jessica Lange’in ilerleyen yaşından dolayı filmden dışlanması, bu vedayı daha da bir gerçekçi ve hüzünlü yapıyor. Cheri’nin, Michelle Pfeiffer’ın tutkulu ve seksi bir kadını oynadığı son film olmamasını umuyoruz.

3 Ocak 2010 tarihinde Akşam Pazar'da yayımlandı

What to watch: Cowboys & chefs in Turkish cinema


Soul Kitchen

The Turkish-German director Fatih Akın returns after his Cannes Best Screenplay winner, Auf der anderen Seite (The Edge of Heaven) of 2007 with a surprising black comedy on food, music and a bunch of eccentric characters. Akın brings actors from his older films, Birol Ünel (Head-On) as the infamously cranky new chef and Moritz Bleibtreu (Solino), as the brother on parole, who turns the otherwise shabby restaurant of Zinos into a hip place with DJs, rock bands, and some aphrodisiac on the menu. The film is co-written by Akın and the leading actor, Adam Bousdoukos.

Who should watch it? Those who have had a taste of wonderfully bizarre characters of Fatih Akın, and his inspiring take on music in his previous movies.

Who should avoid it? Those who are expecting hard-boiled and exhausting cinema in the line of Akın’s previous award-winners, Head-On and The Edge of Heaven.


Yahşi Batı

Arguably the most prolific entertainer in Turkey, the King of Comedy Cem Yılmaz returns with a new hit comedy. The Western spoof Yahşi Batı (Handsome West, a word play on Turkish for Wild West) takes its protagonist from the Ottoman Empire to the Wild West. The leading actor and writer Yılmaz brings most of the cast from his previous two box office hits, G.O.R.A. and A.R.O.G., and reunites with the director of G.O.R.A., Ömer Faruk Sorak, now as the producer as well. Yılmaz plays Aziz, the unlikely mixture of a cowboy and an Ottoman statesman, with full mustache, cowboy boots, and the traditional amulet, ‘muska,’ hanging around his neck in this film with the treasured cliché roles of the Westerns, the town sheriff, American Indians, and even Calamity Jane.

Who should watch it? Cem Yılmaz fans have already bought their advance tickets, and waiting to tell the jokes to anyone who’s willing to listen.

Who should avoid it? Those who are prejudiced about the filmmaker Cem Yılmaz as opposed to the stand-up comedian, and who have raised their voices on the recent A.R.O.G. as not being funny for their taste.

Originally published in Hürriyet Daily News on 1 Jan. 09

What to watch: Serial killers & vampires


Law Abiding Citizen

One of the most memorable villains in recent cinema, Gerald Butler’s Clyde Shelton orchestrates a series of murders while in prison in this twisted blend of serial killer thriller and legal drama. Ten years pass since the brutal murder of Clyde’s wife and little daughter, turning him into a psychopath with revenge on his mind. He decides to take on the whole justice system, killing his high-level targets one by one from his prison cell. The player on the other side of the game is Nick Rice (Jamie Foxx), the prosecutor who let one of the murderers of Clyde’s family have a lighter sentence in exchange with the other’s execution. F. Gary Gray of Italian Job and Be Cool directs.

Who should watch it? The movie hits right at the heart of its demographics, the aficionados of thriller, legal and prison drama.

Who should avoid it? Those expecting a legal drama, mostly falling for its name. The film is rated R for scenes of strong bloody brutal violence, torture, and rape.


Lat den ratte komma In / Let the Right One In

Director Tomas Alfredson and writer John Ajvide Lindqvist (wrote the novel of the same name) bring a twisted take on vampire fiction from Sweden. Bullied by his friends, 12-year-old Oskar finds refuge, love and revenge in Eli, the girl living next door. Strange deaths are somehow connected to Eli, who doesn’t have much of a liking for the sun and food. Kare Hedebrant and Lina Leandersson star as the young duo. The film is set for a Hollywood makeover by Cloverfield director Matt Reeves.

Who should watch it? Those who find a blend of detached Scandinavian cinema and vampire gore an appealing combo.

Who should avoid it? Those who like their vampire fiction sanitized, sexy, stylish, and with Robert Pattinson in it.


Originally published in Hürriyet Daily News on 1 & 8 Jan. 09

What to watch: Women of substance


Amelia

When Amelia Earhart became the first woman to fly across the Atlantic, she became America’s sweetheart and a role model. When she mysteriously disappeared during a mission to fly around the globe in 1937 at the age of 40, she became a legend. Director Mira Nair chronicles Amelia’s life, focusing on her marriage with famous New York publisher George P. Putnam and her relationship with long time friend and lover, pilot Gene Vidal. Oscar-winning Hilary Swank stars in an uncanny resemblance to the legendary aviation pioneer, while Richard Gere and Ewan McGregor play Amelia’s love interests.

Who should watch it? Those interested in epic biopics and those wanting to find out more about one of the most important women in modern history.

Who should avoid it? Most critics have called the film dull, sanitized, conventional and safe in various words.


Cheri

Director Stephen Frears, writer Christopher Hampton, and Michelle Pfeiffer reunite two decades after Dangerous Liaisons in this poignant take on older woman-younger man love story. Adapted from Colette’s two novels of 1920s, the film is set in the early 1900s in France, during the Belle Epoque. Pfeiffer’s Lea is a famous courtesan about to retire now that she is of age. Rupert Friend’s Cheri is the 19-year-old son of a fellow courtesan (charming Kathy Bates). Lea takes Cheri into her country house to teach him the basic necessities of being a man, only to keep him for six years. The mismatched two fall into an unlikely happy relationship, where they head towards the impending doom that is the crises of age the two will have to go through in their own ways. Ironically, Pfeiffer, an actress of 50 in an ageist business, plays a woman whose career comes to an end because of her age.

Who should watch it? Those who like romance on its heavy side on screen, along with lush visuals and beautiful gowns.

Who should avoid it? Those who are expecting yet another Dangerous Liaisons with its sexy edge and the dramatic unfolding.

Originally published in Hürriyet Daily News on 1 & 8 Jan. 2010
Related Posts with Thumbnails