Lost: It only ends once
It was inevitable that the final hours of Lost would not please everyone. And it was inevitable that the instant reactions would be polarized, very much like the themes of opposites that marked the series from its very first episode. Waking up to a new era on Monday, messages flooded Twitter, Facebook, and eons of blogs. The instant reaction of the fans and casual viewers alike was of shock.
With its overarching themes on spirituality, Lost had always played on the clash between faith and rationality. From very early on, it had dubbed its leading protagonists Jack and Locke as “man of science” and “man of faith.” And throughout a journey of nearly six years, Lost also divided its audience into two similar groupings.
The first group were those fixated on answers, and to some extent, equated the approaching finale only with a string of rational answers that would shed light on the mysteries of the island. The second group, on the other hand, had realized at some stage that Lost had never really been about answers. They realized that with its twists and turns, epic storytelling, and occasional blundering, Lost was enjoyed by most as a journey, and mostly a journey of its characters.
Hollywood büyük yazar ve şairlerden ne istiyor?
Tolstoy’un ölmeden önceki son bir yılını anlatan The Last Station, belki de Tolstoy’dan çok, daha gündelik dertlerle boğuşan karısı Sofya’ya odaklandığı için ilgiyle izlenen bir film. Gene şu anda sinemalarda oynayan Bright Star, İngiliz edebiyatının son romantiklerinden olmasa da son Romantik şairi olan Keats’in Fanny Brawne’la yaşadığı aşkı anlatıyor. Filmi, iyi bir biyografiden çok iyi bir aşk filmi olarak izlemek daha hayırlı olur.
Hollywood’un gerçek yaşam hikayelerine bayıldığını, biyografik filmleri elinden geldiğince romantik ve dramatik bir hale dönüştürme eğilimli olduğunu çoktan biliyoruz. Kostümü, dekoru, sanat yönetimini, senfonik film müziğini ve de çeşit çeşit aksanı en iyisiyle yapan Hollywood için, hazır hayat hikayeleri bulunmaz nimet. Hele bir de, bu hayat hikayelerinde örselenmiş çocukluklar, tutkulu aşklar, bağımlılık ve biraz da delilik varsa, bekle beni Oscar.
Lost'tan epik veda: İlk izlenimler
Lost’un dün yayınlanan finalinde her soruya cevap arayan izleyiciler hayal kırıklığı yaşarken, kendini çoktan sorgusuz dizinin büyüsüne bırakmış olanlar duygusal bir vedayla diziyi noktaladılar
Göğe yükselen bambuların ortasında Jack’in gözlerini ıssız bir adaya ve 2000’lerin en büyük popüler kültür olayına açtığı o sahne dün sabah itibarıyla bambaşka bir anlam taşıyor. Neredeyse altı yıl önce hayatımıza giren Lost, pilot bölümüne yakışır bir şekilde epik bir finalle sona erdi.
Karakterlerinin hayata bakışını ve adayı anlama çabalarını ‘inanç adamı’ ve ‘bilim adamı’ olarak iki kutba bölen Lost, altı yıl içerisinde izleyicilerini de çok sorgulamadan kendini dizinin özgün anlatımına bırakanlar ve her soruya mantıklı birer cevap bekleyenler olarak ikiye ayırdı. Adanın neyin nesi olduğunu, Walt’ın gücünü, karakterlerin neden Jacob tarafından seçilmiş olduğunu heyecanla bekleyenler hayal kırıklığına uğrarken, altı sezon boyunca her türlü arızalarını ve temize çıkma saplantılarını izlediğimiz karakterlere önem vermiş izleyiciler muhteşem bir sonla karşı karşıya kaldı.
Bilim kurguyla açıkça flörtü, felsefi ve dini göndermeleri ve dallanıp budaklanan mitolojisiyle dünyanın her yerinden, birbirinden farklı izleyiciyi kendine bağlayan Lost, her şeyden önce karakterlerinin yolculuklarına önem veren bir dizi olduğunu yeniden hatırladı ve hatırlattı. Son sezondaki yan hikayenin bir tür araf olduğunu öğrenmek kimine kaçak oyun gibi gelse de, Lost’un yalnızca bir yolculuk olduğunu kabullenen izleyiciler için en güzel hediyeydi. Final bölümü belki soruları cevaplama konusunda sınıfta kaldı ama zaman geçtikçe daha da iz bırakacak bir sona imza attı. O son sahnede yanında köpek Vincent, Jack’in gözlerini açtığı yerde yeniden kapaması güçlü bir veda gibi gelmediyse, zaten çoktan Lost’la helalleşmiş olmanız gerekiyordu.
Tenten bir kez daha Çizgi Roman Suçları Mahkemesi'nde
Çizgi roman dünyasına ayak bastığı 1929'dan beri ideolojik duruşuyla kimseye yaranamayan genç gazeteci Tenten, bir kez daha mercek altında. Tenten'in yaratıcısı Herge'nin ölene kadar peşini bırakmayan 'Tenten Kongo'da' macerası bir kez daha ırkçı suçlamalarıyla mahkemelik.
Karanlık geçmişi Tenten'in başına bir kez daha bela oluyor. Sağcılara, solculara, kapitalistlere, komünistlere, siyah, beyaz, çekik gözlü, kimseye yaranamayan Tenten, 81 yaşında yeniden mahkemeye gitmeye hazırlanıyor. Tenten'in ülkesi Belçika'da yaşayan Kongolu Bienvenu Mbutu, 1920'lerin sonunda yayımlanan Tenten'in Kongo macerasının yasaklanması için geçtiğimiz hafta mahkemeye başvurdu.
Siyahlara karşı ırkçı kalıplarla dolu ve sonrasında Tenten'in yaratıcısı Herge'nin bir gençlik hatası olarak kabul ettiği Tenten Kongo'da, İngiltere'de çocuk kitaplarının arasında satılmıyor ve üzerinde bir uyarı bulunuyor. Mbutu, en azından benzer bir uygulamanın Tenten'in anavatanında yapılmasını istiyor. Kongo'dan Amerika'ya ve Tibet'e, dünyanın dört bir yanını gezen, hatta hızını alamayıp aya bile çıkan genç gazeteci Tenten'in 1931-1976 yılları arasında basılan 24 macerası bulunuyor.
Mbutu'nun ve biraz duyarlılığı olan herkesin rahatsız olduğu Tenten Kongo'da'nın yayımlandığı dönemde Kongo, Belçika sömürgesi ve Herge'nin çizgi romanının çıktığı derginin patronu kendisinden Tenten'i Kongo'ya göndermesini istiyor. Amaç, Belçikalı beyaz işçileri Kongo'ya çekmek. Herge hiçbir şey bilmediği bir ülkeyi, kendi deyimiyle 'cahilce' ve 'önyargıları'yla yeniden yaratıyor. Kitapta, siyahlar ilkel ve aptal karakterler olarak yaratılıyor. Siyah bir kadın, ufak tefek Tenten'e 'Büyük beyaz adam' olarak hitap ediyor, Tenten yerlilere Belçika haritasıyla coğrafya dersi veriyor.
Ağaç yaşken eğilir: Televizyonun eşcinsel veletleri
Ufacık birer oğlanken Jackie Kennedy, Madonna, Martha Stewart ve Grace Kelly hayranı olduklarını görüp damgayı yapıştırdığımız televizyonun eşcinsel ergenleri, büyüyüp de dolaptan çıktılar bile. Geleceğin Will, Jack, Kevin ve Mitchell’larına buradan selam gönderiyor ve hep beraber Somewhere Over the Rainbow’u söylüyoruz.
Andrew Van de Kamp
Hangi dizinin eşcinsel evladı? Desperate Housewives
Kısaca: ‘Baskın annenin eşcinsel oğlu olur’ teorisinin televizyondaki önemli temsilcilerinden olan Andrew; takıntılı, titiz, tutucu ve de aile değerlerinin sıkı savuncularından Bree’nin oğlu. İlk önceleri problemli bir ergen olarak tanıdığımız Andrew’nun karışık cinsel kimliği altı sezon içinde oturur.
Eşcinsel olduğunu ilk nasıl öğrendik? Önceleri Lisa isimli bir kız arkadaşı olduğunu duyduğumuz Andrew’yu havuzda bir erkekle oynaşırken gören Susan’la beraber bizler de hafif şoka gireriz. Sonra Justin’le ilişkisi Wisteria Lane’de herkes tarafından duyulur.
Ailesi nasıl tepki verdi? Babası Rex, oğlunun eşcinsel olmasını gayet olgun karşılasa da, Bree için durum o kadar kolay olmaz. Andrew’ya bu dünyada sorun olmasa da, öldükten sonra cennete buluşamayacaklarınını dert ettiğini söyleyen Bree, oğlunu döndürmesi için bir rahibi devreye sokar. Bu da işe yaramayınca, bağrına taş basarak durumu kabul eder.
Aşk hayatı nasıl? İlk sevgilisi Justin’den sonra annesiyle arası bozulan Andrew bir süre evsiz yaşar ve bu dönemde de ‘kötü yola düşerek,’ bir süre fahişelik yapar. Şu aralar, üvey babası Orson’un estetik cerrahı Alex’le nişanlı. Ara sıra nişanlısını aldatsa da mutlu bir ilişkileri var.
Ne kadar klişe? Bilindik kodlara göre Andrew’nun eşcinsel olduğunu anlamak neredeyse imkansız. Klişelik notu 1.
Yazının devamı sulugreyfurt'ta
Siyah Beyaz: Where everybody knows your name
There are a handful of Turks equivalent to the baby boomer generation, the artistic elite who refuse to leave Turkey’s dry, but inspirational capital city Ankara. And for them, there are two names associated with Ankara: Ahmet Boyacıoğlu and Siyah Beyaz.
Boyacıoğlu is a revered name, a legend in his own right for film enthusiasts in Turkey. He’s the founder of the Ankara Cinema Association and organizer of the traveling film festival, Festival on Wheels; a former representative of Turkey in Eurimages and a crucial name in Turkey’s Golden Boll Film Festival. Being the movie buff, Boyacıoğlu is an unfaltering judge in many festivals and covers various international film festivals for the daily Radikal.
Green Zone: When Jason Bourne goes to Iraq
Who would have thought, amid recent Oscar winner The Hurt Locker and films by such influential directors such as Brian De Palma and Paul Haggis, that one of the best films on the Iraq War would come from the director-actor duo who brought us two of the Bourne thrillers?
Paul Greengrass and Matt Damon have united once again with the recent Green Zone, a thriller set in the international zone of Iraq in 2003. Matt Damon plays Chief Warrant Officer Roy Miller, not an amnesiac like his hero in the Bourne movies, but a soldier kept out of the loop in deep state conspiracies that turned the Iraq War into a fiasco. The film begins with Miller and his men raiding locations to find weapons of mass destruction. Instead, they find bird droppings.
Amerikan dizilerinde Türkiye skandalları
The Pacific
Dizinin 3. bölümünde bir kadın ailesinin nasıl İzmir’den Avustralya’ya göç ettiğini anlatır. Hikayeye göre Türkler, 1922’de İzmir’i işgal edip, yağmalarlar. Bu kadının ailesi de zar zor Pire’ye kaçmayı başarır. Bu sahne, tahmin edersiniz, Türkiye’de pek hoş karşılanmadı. Yazarlardan birinin Yunan olmasından, Steven Spielberg’in tüm yapımlarını protesto etmeye kadar giden heyecan dalgasına karşı cnbc-e o sahnenin gösteriminde ne yapacak acaba?
The West Wing
Türkiye kanallarında bir başlayıp, bir sona eren, sonra yeniden başlayan The West Wing, Amerika Başkanı ve ekibinin ülkeyi nasıl yönettiklerini idealize edilmiş bir biçimde anlatmıştı. Bölümlerden birinde Türkiye’de bir kadının iş arkadaşıyla yattığı için Şeriat kararıyla kafasının kesilmesine karar verilir. Amerikan yönetimi de bunun üzerine Türkiye’yi kınayacağını söyler.