Bölüm başına dört paket sigaranın, üç şişe viskinin tüketildiği, tüm kadınların ve etnik azınlıkların aşağılandığı Mad Men, büyük değişimlerin arifesindeki 1960’ların Amerika’sını kostümden çok, insan hikayelerine dayanarak anlatıyor.
Mad Men dizisinin ilk bölümlerinden birinde öyle bir sahne var ki, televizyonda her şeyi görmeye alıştığımız bir dönemde hiç beklemediğimiz bir yerden vuruyor bizi. New York’ta bir sekreter olarak var olmaya çalışan Peggy, bilinçli bir genç kadın olarak jinekoloğuna kontrole gidiyor. Kısa süren muayenede doktorun her türlü domuzluğundan çok, bizi şaşırtan adamın tüm muayene boyunca elinden sigarasını düşürmemesi oluyor. Bu sahnenin, Samantha’nın tüm açıklığıyla oral seks ya da anal seks üzerine yaptığı konuşmalardan bile çok daha fazla çarpması, Mad Men’in çok da uzak olmayan ama politik doğruculuğun ezici gücüyle yok olmuş bir dönemi ince bir nostaljiyle yeniden yaratmasından kaynaklanıyor.
1960’ların New York’unda reklam sektöründe çalışan erkekler ve bu erkeklerle kendilerini tanımlayan kadınların etrafında dönen Mad Men’in dünyası, sigaranın henüz en büyük düşman ilan edilmediği, her erkeğe bir eş ve birkaç metres düştüğü, Yahudilerin burunlarıyla dalga geçilebildiği, Uzak Doğu kökenli herkesin Çinli kuru temizlemeci olduğu ve zencilerin henüz Afrikalı-Amerikalı olmadığı, beyaz Amerikalı erkeklerin istedikleri gibi at koşturabildikleri bir dünya. Kadınların, eşcinsellerin ve etnik azınlıkların beyaz Batılı erkeklerle eşit haklara son hızla ilerlediği, uygarlığın tütün ürünlerine karşı açtığı soğuk savaşta giderek daha acımasız olduğu bir dönemde,
Sterling Cooper reklam ajansının çalışanlarının ve eşlerinin hayata bakışları, konuşmaları ve yaşam tarzları neredeyse pornografik geliyor. Sterling Cooper’ın ser verip sır vermeyen, çalışanların Batman’e benzettiği, her türlü krizde soğukkanlılğını koruyan, bir reklam şirketinin vaz geçemeyeceği öngörüye sahip ajansın yaratıcı yönetmeni Don Draper, Mad Men’in esas adamı olarak dizinin belkemiğini oluşturuyor. Klişe ve düz karakterlerin bile fazlasıyla karmaşık olduğu dizinin baş kahramanı, birden fazla metresi olmasına karşın sevgi dolu ve sorumlu bir koca olarak da, çöküşe hazırlanan evlilik kurumunun tanımını yeniden yazıyor. Karısı Betty de, benzer bir şekilde umutsuz ev kadını tiplemesini her sahnede daha katmanlı bir hale getirip, bir Hitchcock sarışınından diğerine son hızla koşuyor. İlk sezondaki rolüyle Altın Küre kazanan Jon Hamm ve January Jones, her sahnede ağzımızı açık bırakan diğer oyuncu kadrosuyla, 1960’ların Amerika’sını dizide gördüğümüz reklamların tam tersi bir şekilde ürkütücü bir gerçeklikle ekrana taşıyorlar.
Sterling Cooper’ın tüm Amerika’nın satın alması için çabaladıkları müşterileri de, henüz kötü şöhretlerine ulaşmamış, en naif zamanlarındaki halleriyle ilginç bir portföy oluşturuyorlar. Sağlığa zararlı olduğu yeni yeni konuşulmaya başlayan sigara, bir fıs fısıyla dünyayı yok etmeye başlamamış deodorant, Watergate öncesi Başkan Adayı Richard Nixon ve 2. Dünya Savaşı sonrası dünyanın sempatisini toplamakta olan İsrail. İnsan hakları, cinsel özgürlük, kadın hakları ve giderek vahşileşen bir Kapitalizm’in kapıda olduğu bir dönemin Amerikalıları nasıl değiştirdiğini, bu değişimi en zor yaşayacak olanlara odaklanarak anlatıyor Mad Men. Ve bir dönemin öyküsünü yalnızca kostümlere ve sanat yönetimine sırtını dayamadan anlatarak, ilk sezonuyla En İyi Drama dizisi dalında kazandığı Altın Küre’yi ve bu seneki 16 Emmy adaylığını fazlasıyla hak ediyor.
Eylül 2008'de Total Film'de yayımlandı.
0 yorum:
Post a Comment