Altı sene
boyunca dünyanın her yerinden izleyiciye, “Ada neyin nesi?” dedirten ‘Lost’un
veda etmesinden bir buçuk sene sonra yaratıcı ekip yeni dizilerle ekranlarda
yerlerini almaya başladı. ‘Bir sonraki Lost’un formülü var mı? Ve neden o
formülü yakalamak bu kadar zor?
Kazazedeler, kutup ayısı, canavar, numaralarla haşır neşir
olduğumuz altı sene, Lost izleyiciler için sürpriz bir popüler kültür
fenomeniyken, televizyon kanalları için de altın yumurtlayan tavuk görevini
gördü. “Biz bu heyecanı yeniden yakalarız,” diye hummalı bir “bir sonraki Lost”
arayışına giren yapımcılar, yazarlar, televizyon programcıları ağzımıza bir
parmak bal çalıp, çoğunlukla da sonrasında seyirciyi televizyonları karşısında
acı bir tatla bıraktılar.
Lost’un en büyük başarısı bilim kurgu hayranından
kafasını boşaltmak isteyen seyirciye, kadından erkeğe, gencinden yaşlısına inanılmaz
genişlikte bir kitleye, “Ada neyin nesi?” sorusunu sordurtabilmesiydi. Peki ‘Lost’
nasıl böyle büyük bir başarı yakalamayı başardı? Öncelikle din, bilim,
medeniyetin çöküşü gibi çağımızın büyük puntodaki endişelerini dizinin
merkezine taşıyordu.
Sonra, izledikçe ödüllendiren katmanlı bir anlatımı vardı.
Yapbozun parçaları her bölümde biraz daha birleşiyordu. Merak edilen bir
gizemin arkasına giderek büyüyen bir mitoloji eklenmişti. Ada güzeldi, oğlanlar
güzeldi, gıcık bir kız vardı, şişman bir adam vardı, adaya düşünce yeniden
yürümeye başlayan bir adam vardı. Ve hepsinin de yüzleşmekte güçlük çektikleri
karanlık geçmişleri vardı.
Lost ekibi
bölünerek çoğalıyor
Peki bu Lost deliliğini yeniden yakalayabilmenin bir
formülü var mıydı? Amerika’daki televizyon tanrıları olabileceğini düşündüler.
Bizleri de FlashForward, The Event, Dollhouse gibi hayal kırıklıklarıyla
baş başa bıraktılar. Bir de tabii adlarını bile hatırlamadığımız, televizyon
mezarlığına erken gönderilen Surface, Invasion, Day Break gibi diziler
var.
Bu yeni dizilerdeki en büyük taktik hatası, Lost’un
değişen dünyadaki toplumsal anlamını ya da zengin karakter hikayelerini değil
de, finalinde ortaya çıkan büyük gizemi yapılarına katmayı tercih etmeleri oldu.
Bir dizinin ömrünün ne kadar süreceğinin izleyici sayısına göre belirlendiği,
bir diziyi yayından kaldırmanın iki dudağın arasında olduğu bir düzende, bu
büyük gizemler diziyi götüreceğine izleyiciyi tedirgin etmekten başka bir işe
yaramadı. Olay örgülerini bağlamak zorlaşıp, karakterler silikleştikçe bu
diziler de hayatımızdan yavaş yavaş uzaklaştılar.
Lost’un sona ermesinden sonra şimdi ise farklı bir
durumla karşı karşıyayız. Yeteri kadar kafalarını dinlendiren Lost’un
yaratıcıları, yapımcıları ve yazarları, teker teker yeni dizilerini popüler
kültüre büyük bir heyecanla armağan ediyorlar. Bu dizilerin reklamlarındaki en
büyük itici güç, tüm ekranı kaplayan “Lost’un yazarlarından” ya da “Lost’un
yapımcılarından” yazıları.
İlk olarak, dört sene önce Lost’un beyni J. J. Abrams’dan Fringe geldi. Bu sene de arka arkaya Lost yazarlarından Elizabeth
Sarnoff’la Hurley’yi canlandıran Jorge Garcia’yı bir araya getiren Alcatraz,
Edward Kitsis ve Adam Horowitz’in masal diyarı fantezisi Once Upon A Time ve
gene J. J. Abrams’ın Lost’u neredeyse tek başına götüren Michael Emerson’ı
başrole koyduğu Person of Interest. Bir zamanlar The Sopranos’u yaratan
ekibin ayrıldıktan sonra Mad Men ve Boardwalk
Empire’ı ortaya çıkardıklarını görüp, biraz umutlanabiliriz ama maalesef “bir
sonraki Lost”u yaratma çabası şimdilik kafası karışık projeleri ekrana taşımaktan
fazla da öteye gidemiyor.
Alcatraz
Hurley ceket
giyiyor, yeni bir adaya taşınıyor.
Gizemli bir ada, adada arkasında ne olduğunu merak ettiğimiz bir kapı, Hurley ve de J.J. Abrams. Alcatraz’la Lost arasında görünürdeki benzerlikleri sıralamak, dizi hakkında sohbet zemini hazırlamak için ideal bir başlangıç. Bu seferki ada gerçek bir ada, adanın etrafındaki gizem ise seyirciyi anında içine çeken bir fantezi. San Francisco’daki Alcatraz Hapishanesi’nde elli yıl önce garip bir şeyler oluyor ve 1963 yılında 300’den fazla tutuklu ve gardiyan sırra kadem basıyorlar.
Günümüze geldiğimizde, tutukluların teker teker geri
döndüklerini ve hapishaneye girme nedenleri olan suçların daha beterini
işlemeye başladıklarını görüyoruz. Bu bilmeceye çare bulmaya çalışan üç kişi
ise güzel ve mesafeli dedektif Rebecca Madsen (Sarah Jones), Lost’ta Hurley olarak
tanıdığımız Jorge Garcia’nın canlandırdığı Alcatraz uzmanı Diego Soto ve Fringe’den fırlamış izlenimi yaratan, FBI ajanı Emerson Hauser (Sam Neill).
Neden Lost
olamaz? Zaman yolculuğu, paralel evren, uzaylılar, vs. gibi
devasa bir gizemin arkasına sığınan Alcatraz, temelinde sıradan bir polisiye
dizi olduğunu gizlemeye çalışıyor. Televizyondaki onca CSI türevi dizilerden
farkı ise, polisiye davaların incelikten uzak, kör göze parmak ilerlemesi. Dizi,
tutuklular ve gardiyanlar üzerinde ilerlediği için de ağırlıklı erkek
karakterlerle karşılaşıyoruz ve kadın karakterlerin eksikliği giderek bölümler
ilerledikçe dizinin en büyük zayıf halkasına dönüşüyor.
Once Upon A Time
Evvel zaman
içinde ‘Lost’ diye bir dizi vardı. Bu dizinin de yazarları vardı.
Edward Kitsis ve Adam Horowitz, yazar kadrosunda oldukları bir önceki dizileri Lost’un meşhur numarlarını oraya buraya atıyor, Lost’tan tanıdığımız gofret, viski, ne bulurlarsa yeni dizilerine ekliyorlar. Once Upon A Time, popüler masal kahramanlarını masal diyarlarından kaçırıp, Amerika’daki bir kasabaya yerleştiriyor. Pamuk Prenses, üvey annesi, cüceler, Kırmızı Başlıklı Kız ve (her ne kadar masal kahramanı olmasa da) Pinokyo, haberleri olmadıkları bir lanet sonrası zamanın durduğu Storybrooke kasabasının sakinlerine dönüşüyorlar.
Tüm bunların farkında olan küçük Henry (Jared S. Gilmore),
biyolojik annesi Emma Swan’ı (Jennifer Morrison) kasabaya getiriyor. Emma’nın
bilmediği ufak bir ayrıntı da, aslında Pamuk Prenses ve kocası Beyaz Atlı
Prens’in çocuğu olduğu. Her bölümde başka bir masal kahramanını tanıyıp, masal
diyarındaki hayatlarıyla Storybrooke’daki hayatlarını paralel olarak izleyip,
büyük lanetin bozulmasına bir adım daha yaklaşıyoruz.
Neden Lost
olamaz? Once Upon A Time, her ne kadar ilgi çekici karakterler
sunsa da, tüm dünyanın yakından tanıdığı masal karakterlerine küçük oynamalar
yapmaktan daha fazlasını yapamıyor. Klişe diyaloglar, kasık karakterler,
görmeyi beklediğimiz büyülü dünyanın parıltısını giderek daha fazla söndürmeyi
başarıyorlar. Once Upon A Time, yeni bir Lost yaratmak için birkaç
numaradan daha fazlasının gerektiğini gösteriyor.
Person of Interest
Benjamin
Linus New York’a taşınıyor, Jack yerine bir adet John buluyor.
Bu aralar her popüler kültür taşının altında karşımıza çıkan J. J. Abrams, Person of Interest’te bir başka sevilen Lost oyuncusunu başrole taşıyor. Benjamin Linus olarak tanıdığımız Michael Emerson, fena halde insanları kurtarmaya kafayı takmış eksantrik zengin Harold Finch’i canlandırıyor. Zamanında Amerikan devleti için geliştirdiği sistemle olası terörist eylemleri ortaya çıkartan Finch, devletin önemsiz gördüğü ve müdahale etmediği suçlara odaklanıyor. Eski FBI ajanı John Reese’i (Jim Caviezel) yanına alan Finch, yeni ortağıyla New York’ta suçları işlenmeden önlemeye çalışıyor.
Karanlık atmosferiyle Amerika’nın 11 Eylül sonrası
paranoyalarını başarılı bir şekilde yakalayan dizi, Fringe gibi daha küçük
ama sadık bir seyirci kitlesini tutmayı hedefliyor. Dizinin en büyük kozu ise
kimi zaman Lost’taki Benjamin-Jack ilişkisini hatırlatan, Finch ve Reese
arasındaki elektrik.
Neden Lost
olamaz? Bu soru, Person of Interest için biraz anlamsız
kaçıyor. Çünkü, dizinin yeni bir Lost olmak gibi bir kaygısı bulunmuyor.
Polisiye türüne yeni bir anlatım ve yeni bir bakış açısı getiren dizi, yapbozun
parçalarını birleştirmek isteyen seyirciden çok haftalık dedektiflik dozunu
almak isteyen seyirciyi hedefliyor.
24 Mart 2012 tarihinde Akşam Cumartesi'de yayımlandı.
0 yorum:
Post a Comment