‘Bir sonraki Lost’ nerede kaldı?

Altı sene boyunca dünyanın her yerinden izleyiciye, “Ada neyin nesi?” dedirten ‘Lost’un veda etmesinden bir buçuk sene sonra yaratıcı ekip yeni dizilerle ekranlarda yerlerini almaya başladı. ‘Bir sonraki Lost’un formülü var mı? Ve neden o formülü yakalamak bu kadar zor?

Dünyadaki herkes aynı anda bilincini kaybediyor ve gözlerinin önüne bir buçuk yıl sonra ne yaptıkları geliyor. Elli yıl önce kaybolan bir grup insan teker teker dönmeye başlıyor, hem de hiç yaşlanmadan. Kahramanlarımız paralel evrenler arasında koştururuyor, bir grup kel kafalı esrarengiz adam da onları yakından izliyor. Tüm dünyayı altı sene boyunca ıssız bir adaya konuk eden Lost’un büyüsünü yakalama çabası dizinin ilk hayatımıza girdiği 2004 yılından, ama daha çok da sona erdiği 2010 yılından beri aynı heyecanla devam ediyor.

Kazazedeler, kutup ayısı, canavar, numaralarla haşır neşir olduğumuz altı sene, Lost izleyiciler için sürpriz bir popüler kültür fenomeniyken, televizyon kanalları için de altın yumurtlayan tavuk görevini gördü. “Biz bu heyecanı yeniden yakalarız,” diye hummalı bir “bir sonraki Lost” arayışına giren yapımcılar, yazarlar, televizyon programcıları ağzımıza bir parmak bal çalıp, çoğunlukla da sonrasında seyirciyi televizyonları karşısında acı bir tatla bıraktılar.

Lost’un en büyük başarısı bilim kurgu hayranından kafasını boşaltmak isteyen seyirciye, kadından erkeğe, gencinden yaşlısına inanılmaz genişlikte bir kitleye, “Ada neyin nesi?” sorusunu sordurtabilmesiydi. Peki ‘Lost’ nasıl böyle büyük bir başarı yakalamayı başardı? Öncelikle din, bilim, medeniyetin çöküşü gibi çağımızın büyük puntodaki endişelerini dizinin merkezine taşıyordu.

Sonra, izledikçe ödüllendiren katmanlı bir anlatımı vardı. Yapbozun parçaları her bölümde biraz daha birleşiyordu. Merak edilen bir gizemin arkasına giderek büyüyen bir mitoloji eklenmişti. Ada güzeldi, oğlanlar güzeldi, gıcık bir kız vardı, şişman bir adam vardı, adaya düşünce yeniden yürümeye başlayan bir adam vardı. Ve hepsinin de yüzleşmekte güçlük çektikleri karanlık geçmişleri vardı.


Lost ekibi bölünerek çoğalıyor

Peki bu Lost deliliğini yeniden yakalayabilmenin bir formülü var mıydı? Amerika’daki televizyon tanrıları olabileceğini düşündüler. Bizleri de FlashForward, The Event, Dollhouse gibi hayal kırıklıklarıyla baş başa bıraktılar. Bir de tabii adlarını bile hatırlamadığımız, televizyon mezarlığına erken gönderilen Surface, Invasion, Day Break gibi diziler var.

Bu yeni dizilerdeki en büyük taktik hatası, Lost’un değişen dünyadaki toplumsal anlamını ya da zengin karakter hikayelerini değil de, finalinde ortaya çıkan büyük gizemi yapılarına katmayı tercih etmeleri oldu. Bir dizinin ömrünün ne kadar süreceğinin izleyici sayısına göre belirlendiği, bir diziyi yayından kaldırmanın iki dudağın arasında olduğu bir düzende, bu büyük gizemler diziyi götüreceğine izleyiciyi tedirgin etmekten başka bir işe yaramadı. Olay örgülerini bağlamak zorlaşıp, karakterler silikleştikçe bu diziler de hayatımızdan yavaş yavaş uzaklaştılar.

Lost’un sona ermesinden sonra şimdi ise farklı bir durumla karşı karşıyayız. Yeteri kadar kafalarını dinlendiren Lost’un yaratıcıları, yapımcıları ve yazarları, teker teker yeni dizilerini popüler kültüre büyük bir heyecanla armağan ediyorlar. Bu dizilerin reklamlarındaki en büyük itici güç, tüm ekranı kaplayan “Lost’un yazarlarından” ya da “Lost’un yapımcılarından” yazıları.

İlk olarak, dört sene önce Lost’un beyni J. J. Abrams’dan Fringe geldi. Bu sene de arka arkaya Lost yazarlarından Elizabeth Sarnoff’la Hurley’yi canlandıran Jorge Garcia’yı bir araya getiren Alcatraz, Edward Kitsis ve Adam Horowitz’in masal diyarı fantezisi Once Upon A Time ve gene J. J. Abrams’ın Lost’u neredeyse tek başına götüren Michael Emerson’ı başrole koyduğu Person of Interest. Bir zamanlar The Sopranos’u yaratan ekibin ayrıldıktan sonra  Mad Men ve Boardwalk Empire’ı ortaya çıkardıklarını görüp, biraz umutlanabiliriz ama maalesef “bir sonraki Lost”u yaratma çabası şimdilik kafası karışık projeleri ekrana taşımaktan fazla da öteye gidemiyor.


Alcatraz

Hurley ceket giyiyor, yeni bir adaya taşınıyor.

Gizemli bir ada, adada arkasında ne olduğunu merak ettiğimiz bir kapı, Hurley ve de J.J. Abrams. Alcatraz’la Lost arasında görünürdeki benzerlikleri sıralamak, dizi hakkında sohbet zemini hazırlamak için ideal bir başlangıç. Bu seferki ada gerçek bir ada, adanın etrafındaki gizem ise seyirciyi anında içine çeken bir fantezi. San Francisco’daki Alcatraz Hapishanesi’nde elli yıl önce garip bir şeyler oluyor ve 1963 yılında 300’den fazla tutuklu ve gardiyan sırra kadem basıyorlar.

Günümüze geldiğimizde, tutukluların teker teker geri döndüklerini ve hapishaneye girme nedenleri olan suçların daha beterini işlemeye başladıklarını görüyoruz. Bu bilmeceye çare bulmaya çalışan üç kişi ise güzel ve mesafeli dedektif Rebecca Madsen (Sarah Jones), Lost’ta Hurley olarak tanıdığımız Jorge Garcia’nın canlandırdığı Alcatraz uzmanı Diego Soto ve Fringe’den fırlamış izlenimi yaratan, FBI ajanı Emerson Hauser (Sam Neill).

Neden Lost olamaz? Zaman yolculuğu, paralel evren, uzaylılar, vs. gibi devasa bir gizemin arkasına sığınan Alcatraz, temelinde sıradan bir polisiye dizi olduğunu gizlemeye çalışıyor. Televizyondaki onca CSI türevi dizilerden farkı ise, polisiye davaların incelikten uzak, kör göze parmak ilerlemesi. Dizi, tutuklular ve gardiyanlar üzerinde ilerlediği için de ağırlıklı erkek karakterlerle karşılaşıyoruz ve kadın karakterlerin eksikliği giderek bölümler ilerledikçe dizinin en büyük zayıf halkasına dönüşüyor.


Once Upon A Time

Evvel zaman içinde ‘Lost’ diye bir dizi vardı. Bu dizinin de yazarları vardı.

Edward Kitsis ve Adam Horowitz, yazar kadrosunda oldukları bir önceki dizileri Lost’un meşhur numarlarını oraya buraya atıyor, Lost’tan tanıdığımız gofret, viski, ne bulurlarsa yeni dizilerine ekliyorlar. Once Upon A Time, popüler masal kahramanlarını masal diyarlarından kaçırıp, Amerika’daki bir kasabaya yerleştiriyor. Pamuk Prenses, üvey annesi, cüceler, Kırmızı Başlıklı Kız ve (her ne kadar masal kahramanı olmasa da) Pinokyo, haberleri olmadıkları bir lanet sonrası zamanın durduğu Storybrooke kasabasının sakinlerine dönüşüyorlar.

Tüm bunların farkında olan küçük Henry (Jared S. Gilmore), biyolojik annesi Emma Swan’ı (Jennifer Morrison) kasabaya getiriyor. Emma’nın bilmediği ufak bir ayrıntı da, aslında Pamuk Prenses ve kocası Beyaz Atlı Prens’in çocuğu olduğu. Her bölümde başka bir masal kahramanını tanıyıp, masal diyarındaki hayatlarıyla Storybrooke’daki hayatlarını paralel olarak izleyip, büyük lanetin bozulmasına bir adım daha yaklaşıyoruz.

Neden Lost olamaz? Once Upon A Time, her ne kadar ilgi çekici karakterler sunsa da, tüm dünyanın yakından tanıdığı masal karakterlerine küçük oynamalar yapmaktan daha fazlasını yapamıyor. Klişe diyaloglar, kasık karakterler, görmeyi beklediğimiz büyülü dünyanın parıltısını giderek daha fazla söndürmeyi başarıyorlar. Once Upon A Time, yeni bir Lost yaratmak için birkaç numaradan daha fazlasının gerektiğini gösteriyor.


Person of Interest

Benjamin Linus New York’a taşınıyor, Jack yerine bir adet John buluyor.

Bu aralar her popüler kültür taşının altında karşımıza çıkan J. J. Abrams, Person of Interest’te bir başka sevilen Lost oyuncusunu başrole taşıyor. Benjamin Linus olarak tanıdığımız Michael Emerson, fena halde insanları kurtarmaya kafayı takmış eksantrik zengin Harold Finch’i canlandırıyor. Zamanında Amerikan devleti için geliştirdiği sistemle olası terörist eylemleri ortaya çıkartan Finch, devletin önemsiz gördüğü ve müdahale etmediği suçlara odaklanıyor. Eski FBI ajanı John Reese’i (Jim Caviezel) yanına alan Finch, yeni ortağıyla New York’ta suçları işlenmeden önlemeye çalışıyor.

Karanlık atmosferiyle Amerika’nın 11 Eylül sonrası paranoyalarını başarılı bir şekilde yakalayan dizi, Fringe gibi daha küçük ama sadık bir seyirci kitlesini tutmayı hedefliyor. Dizinin en büyük kozu ise kimi zaman Lost’taki Benjamin-Jack ilişkisini hatırlatan, Finch ve Reese arasındaki elektrik.

Neden Lost olamaz? Bu soru, Person of Interest için biraz anlamsız kaçıyor. Çünkü, dizinin yeni bir Lost olmak gibi bir kaygısı bulunmuyor. Polisiye türüne yeni bir anlatım ve yeni bir bakış açısı getiren dizi, yapbozun parçalarını birleştirmek isteyen seyirciden çok haftalık dedektiflik dozunu almak isteyen seyirciyi hedefliyor.

24 Mart 2012 tarihinde Akşam Cumartesi'de yayımlandı.

0 yorum:

Related Posts with Thumbnails