Frost/Nixon
‘Kraliçe Elizabeth’den bana ne?’ diyenleri hizaya getiren yazar Peter Morgan, ‘Richard Nixon’dan bana ne?’ diyenlere de cevabını veriyor. Amerika’da 1970lerde bir yandan Harvey Milk gibi bir adam yeşerirken, karşı cenabın sözcüsü de Başkan Nixon oluverir. İngiliz talk show sunucusu David Frost, Nixon’la Watergate skandalı sonrası ilk kez röportaj yapmayı başaran kişi oluyor. Boks maçı şeklinde ilerleyen röportajda “yakın çekimin gücünü,” iktidar oyunlarını sinema koltuğunda izlemenin ne kadar adrenalin yükseltici bir şey olduğunu ve Frank Langella’nın gerçek Nixon’dan daha heybetli, daha ‘presidential’ bir Nixon olmayı başardığını görüyoruz.
Kimler izlesin? Politik dramadan hoşlananlar, Watergate skandalını bilen ya da öğrenmek isteyenler, favori filmleri arasında All the President’s Men olanlar.
Kimler izlemesin? En azından sinema salonunda politikayı unutmak isteyenler, Amerika’nın geçmiş günahlarından arınma çabalarından sıkılanlar, filmini “yakın çekimin gücü” yerine bol figüranlı, bol aksiyonlu alanlar.
Revolutionary Road
American Beauty’nin yönetmeni Sam Mendes yeniden Amerikan banliyösüne dönüyor. Hem de geçen sene banliyönün namını, Little Children'la bir kez daha yerle bir eden, güzel karısı Kate Winslet’i de işin içine katarak. Benim için bu senenin en iyi filmi, Amerikan banliyösu, evlilik ve aile gibi kavramların işlerliğini çürütmeye çalışmak yerine, doğrudan zaten bunların çöktüğü varsayımıyla öyküsüne başlıyor. Filmin uyarlandığı Richard Yates romanını bilmiyorsanız, beklediğiniz herşey ilk yarım saatte gerçekleşiyor ve sonrasında içinize işleyecek bir buçuk saatle baş başa kalıyorsunuz. Kate ve ‘Benjamin Button’ Leonardo’nın elektriklerinin mükemmel ve Kate Winslet’in dünyanın en iyi oyuncusu olduğu bir kez daha tescilleniyor. Kadın, erkek, anne, baba, çift, komşu, çalışan, patron, akıllı, deli, tutucu, ilerici olmanın anlamsızlığı ve çaresizliği bol bol kafamıza vuruluyor, göğsümüzün orta yerinde ne olduğunu anlamadığımız bir duyguyla filmi noktalıyoruz.
Kimler izlesin? Sinema gibi sinemadan hoşlananlar, Amerikan banliyösü ve ailesinin çöküşünü izlemekten garip bir zevk alanlar, ‘Kate Winslet de Kate Winslet’ diyenler, modern hayatın anlamsızlıklarına kafa yoranlar.
Kimler izlemesin? Leonardo ve Kate’in adlarını duyup bir başka Titanic ya da güzel bir aşk filmi bekleyenler, filmin Türkçe adı Hayallerin Peşinde’yi duyup, iyi hissettiren bir Amerikan rüyası öyküsü izleyeceğini düşünenler, sinemada ilişki ve varoluş sorunlarının didiklenmesine gelemeyenler.
WALL-E
Yukarıdaki iki filme burun kıvıranların imdadına yetişecek bir Pixar klasiği. Daha iyisi olamaz derken, Pixar daha da iyi bir animasyonla geri dönüyor. Animasyon, dünyanın sonu, çevre kirliliğinin gidişatı gibi Amerikan animasyonlarında görmeye alışık olmadığımız kavramları, sessiz sinema, 1930ların Hollywood romantik komedileri ve günümüz sinema duyarlılıklarıyla karıştırıyor. Zengin kadın-fakir erkek motifini, paslı robot-ışıldayan robot şeklinde yeniden yaratan film, en azılı siniğin bile ağzını açık bırakıyor.
Kimler izlesin? Animasyonun ilham verici gücünü herşeyden önde tutanlar, iyi bir aşk filmini özleyenler, Steven Spielberg naifliğinin ölmediğine dair bir işaret arayanlar.
Kimler izlemesin? Robotları I, Robot tarzı karanlık kimlikleriyle hatırlamak isteyenler, herhangi bir şekilde kıyamet filmlerinden içi sıkılanlar, Amerikan animasyonunun sevimliliğine had safhada şüpheci yaklaşanlar.
0 yorum:
Post a Comment